"hoşgeldiniz barbaros bey" "hoşbuldum" "özgeçmişinizde b sınıfı ehliyetiniz olduğu yazıyor ama bizim şirketimiz sadece müdür ve üstü pozisyonlara araç tahsis ediyor. dolayısıyla bu sizi bir beklenti içerisine sokmasın!"
şeklinde bi yorumla iş görüşmesinin fitilini ateşledi insan kaynakları yetkilisi.
"günün birinde müdür olursam işe yarayacak o zaman" "hedefiniz bu mu?" "hayır" "peki üç yıl sonra kendinizi nerede görüyorsunuz?" "ne yazık ki öyle bir yeteneğim yok" "hedeflerinizi kast etmiştim" "düzenli bi gelirimin olması" "bu şu anda düzensiz gelir ya da gelirleriniz olduğu anlamına mı geliyor? eğer öyle ise işe giriş yaptığınız taktirde bunlardan feragat etmeniz gerekecek. çünkü sözleşmeniz gereği bu iş dışında herhangi bir resmi geliriniz olmaması gerekiyor. ayrıca tüm çalışanlarımızın konsantrasyonlarını sadece şirketimizin gelişimine vermelerini bekleriz." "bi buçuk yıldır herhangi bi gelirim yok. tüm konsantrasyonumu şirketinize vereceğim konusunda sizi temin ederim." "sanırım askerden yeni döndünüz ve bahsettiğiniz bir buçuk yıllık aranın sebebi bu mu?" "öyle" "uzun bir süre… fakülte mezunu olmadığınız için mi kısa dönem askerlik imkanından faydalanamadınız?" "herkesin malumu" "peki neden bir lise mezununu işe alalım" "tam zamanlı bilgi işlem stajyeri pozisyonu için başvurmuştum. stajyerliğim süresince üniversite eğitimimi tamamlayabileceğime inanıyorum" "yine de henüz bir üniversite diplomanız yok, yabancı diliniz yok, tecrübeniz yok… sizi neden tercih edelim?" "özel biriyim" "… peki geldiğiniz için teşekkür ederiz. biz size en kısa sürede dönüş yapacağız" "ben teşekkür ederim. iyi günler" dedim ve görüşmeyi sonlandırdık. askerden dönüşümün ilk ayını tamamlar tamamlamaz nakit yetmezliğinden sebep apar topar iş başı yaptım. alman kökenli büyük bi reklam firmasının bilgi işlem departmanında. özgeçmişimde "askerlik durumu: tamamlandı" ibaresi dışında dişe dokunur bi şey yazmadığından asgari ücret üzerindendi kontratım. ama baya adam yerine koyup masa, sandalye, bilgisayar, telefon falan vermişlerdi bana. ilk gün öncelikle kendi departmanımdakilerle tanıştım. hemen hemen hepsi kendi halinde adamlardı. kimisi çok mutluydu orada olmaktan, kimisi "bitse de gitsek" modunda. ama daha ilk günden kavgasız gürültüsüz takılabileceğim adamlar olduklarını anlamıştım. çay kahve nerden alınır, kaçta yemeğe çıkılır, kaçta geri gelinir, çağrılara nasıl bakılır gibi ıvır zıvırlar anlatıldı. her şey düzenli ve sistemliydi. herkes de bundan memnun gibi görünüyordu. ama biraz canımı sıktı. tamam işe giriş çıkış saati belli olsun ona lafım yok ama yemeğe bırakın da ne zaman acıkırsam o zaman gideyim. akreple yelkovan on ikinin üzerinde kesiştiği anda cümbür cemaat yemeğe çıkılıyordu. dönüşte de "aman geç kalmayalım" stresi… neyse fazla takılmadan baktım dalgama. ilerleyen günlerde yavaş yavaş şirketin diğer çalışanlarıyla da tanışmaya başladım. bilgisayarlarında ya da şirket telefonlarında sorun olanlar bilgi işleme çağrı açıyorlardı ve bizde o çağrıya istinaden yanlarına gidip sorun neyse müdahale ediyorduk. tabii ben henüz hiç bi boktan anlamadığım için, yanımda tecrübeli biriyle gidiyordum. ama daha ilk günlerde anlamıştım satış departmanının şirket içerisinde biraz el üstünde tutulduğunun. e haliyle bu departmanda çalışanların da biraz götünün kalkık olduğunun… tiplere baktığımda orada asgari ücretle çalışan biri olmadığı çok belliydi. hepsinin giyim kuşam o biçim, tripler manhattan'dı. ufak tefek işlerini hallettikçe daha da yakından tanıyordum onları. sürünün başını çeken belli başlı ağbiler&ablalar vardı, diğerleri de akılları erdiğince onlara uymaya çalışıyorlardı. sonuçta kıyafet bi yere kadar kapatıyor insanın karakterini, tanıdıkça içlerinden bazılarının orada emanet durduğu belli oluyordu. ama bu ortamın raconu bu olsa gerek, birileri standart bi kalıp belirliyor ve diğerleri o kalıba kendini uydurmaya çalışıyordu. hatta daha da derinine inersen, o standart kalıbı belirleyenler de başkalarının belirlediği standart kalıplara uymaya çalışarak kendi tarz ve kişiliklerini kurguluyorlardı. özetle alıntı tavırlar, alıntı hayatlar… ilk maaşım yatar yatmaz taksim'deki bankaya gidip çektim ve nevizade'de bi bara oturdum. sokağa yakın sandalyelerden birindeydim. bira&tekila promosyonundan faydalanıp masayı hareketlendirdim. tekilayı tek yudumda vurup arkama yaslandım. gelirken yol üzerinden aldığım birinci sınıf puromu ağır hareketlerle çıkarıp ateşledim. ağzıma dolan tek nefeslik duman tekilanın verdiği mayhoşluğu silip attı bi anda. yine aynı ağır hareketlerle birama uzanıp sağlam bi yudum aldım ve sokakta yürüyenleri izlemeye koyuldum. hem aşağı hem yukarı doğru akın akın insanlar geçiyordu. puromdan derin bi nefes daha çektim. burnumdan dışarı verdiğim duman yükselip gözlerimin önünü kaplıyor, bi hayal dünyasındaymışım izlenmi uyandırıyordu. bir ay boyunca işte bu keyfi yaşamak için çalışmıştım. o an bi karar aldım, her maaş günümün akşamında maliyeti ne olursa olsun kendimi keyifli hissettirecek şeyler yapacaktım. sonrasında tüm ayı meteliksiz geçirmek pahasına da olsa. tek maaşla keyifli bi gün geçirmenin, idareli bi ay geçirmeye kıyasla, hayatımda daha önemli izler bırakacağına inandım. ertesi gün akşamdan kalma bi vaziyette ofisteydim. bedenen ne kadar bitkin ve halsiz hissetsem de tam tersi bi ruh hanlindeydim. sistemin parçası gibi görünen ama ona baş kaldıran ve önüne koyduğu kalıplara girmeyi reddeden bi isyankardım. gerçi bi ara cüzdanımda kalan parayı kontrol ettiğimde ve o kalanla tüm ayı geçirmeye çalışacağımı düşünüp "keşke o kadar da isyankar olmasaydım" diye geçirdim içimden. ama bu bi hayat felsefesiydi artık benim için ve ilk gününden çuvallamamalıydım. tüm gün boyunca bi kattan diğerine koştururken gelecek ay maaşımı aldığımda ne yapmak istediğimi düşünüp durdum. kendimi bununla motive ediyordum. karar vermek için önümde uzun zaman vardı. birkaç gün sonra şirketin swiss otelde bir etkinlik düzenleyeceği haberini aldık. otelin büyük toplantı salonlarında düzenlenecek, önemli reklamverenlerin de katılacağı kapsamlı bi toplantı ve sonrasında eğlenceli bi akşam yemeği olacağı söyleniyordu. bilgi işlem departmanı olarak organizasyonda bize de bazı görevler düştüğünü söylediler. etkinlik alanına elektronik reklam panoları ve dokunmatik klavuz cihazları kurmamız gerekiyordu. daha da önemlisi bu cihazların içerik yönetimini de üstlenecektik. dijital medya ekibinin başındaki tolga abi direktörümüzden, kendisine destek olmam için beni yanına istemişti. direktörümüz de olumlu karşılayıp beni tolga abiyle birlikte çalışmam için görevlendirdi. birlikte ilk iş olarak kurulumunu yapacağımız cihazları inceledik. neredeyse buzdolabı büyüklüğünde ama kat kat daha ağır cihazlardı. tabii neredeyse tamamını led ekranlar oluşturuyordu. bu ekranların arkasında ise dışarıdan görünmeyen mini bilgisayarlar ve internet alıcıları yer alıyordu. öncelikle cihazları tanıdım. donanımsal olarak ne gibi özellikleri olduğun ve ne amaçla kullanılacaklarını öğrendim, sonra da içerikleri bilgisayarına nasıl yükleyeceğimizi ve hangi yazılımlarla oynatacağımızı. basit işti. birkaç gün içerisinde hepsin hazırladık. etkinliği beklemeye başladık. etkinlik günü gelip çattığında maaşımın yatmasına sadece saatler kalmıştı. benim ise henüz bi planım yoktu. zaten bu organizasyonun fazlasıyla keyifli geçeceğini düşünüp biraz savsaklamıştım. otele giriş yaptım. resepsiyonist kızın önünde durup; "açıkhava reklamcılık vakfı etkinliğinde görevliyim" dedim. "görevli listesinde adınızı kontrol etmem gerekiyor" "barbaros tufan" "hemen kontrol ediyorum barbaros bey" çok havalıydım. hiç de asgari ücretle çalışan birine benzemiyordum. siyah ayakkabılarım, siyah pantalon ve çok iyi ütülediğim beyaz gömleğimleydim pek çok zaman olduğu gibi. düz, sade ama kalite hissi uyandıran bi görünümüm vardı. hep aynı kıyafetleri giyerdim, ama hepsi yeni, temiz ve özenliydiler. farklı kıyafet kombinleri seçmekle zaman harcamaktan kaçınırdım hep. ne zaman kıyafet satan bi mağazaya girsem, aldıklarım bi önceki alışverişimden farklı olmazdı. "evet buldum isminizi, etkinlik bir alt katta düzenlenecek. ileride gördüğünüz merdivenlerden aşağı inip yönlendirici tabelaları takip ederek ulaşabilirsiniz" "teşekkürler" diyerek ayrıldım resepsiyondan. gösterişli kapılardan geçip, yüksek tavanlı koridorları dolanarak toplantı salonlarının olduğu bölüme geldim. organizasyonu yapan pazarlama departmanından bi kaç kişi de oradaydı. son düzenlemeleri yapıyorlardı. o an benim üzerime düşen bi iş yoktu. kafeteryadan filtre kahve alıp cam kenarında kuytu bi koltuğa oturdum. önümde tüm ihtişamıyla duran dolmabahçe sarayı ve boğaza hipnotize olmuşçasına bakıyordum. gözlerimi ayırmadan kahvemden bi yudum aldım. yutkunduğumda sanki kahve değil de deniz tadı geliyordu dilime. denizin karadeniz'den marmara'ya akışı ile aynı ahengi yakalamaya çalışıyordum her bi yudumda. fincan boşalmıştı. içtiğim en güzel kahveydi ama onu en güzel yapan kesinlikle lezzeti değildi. tolga ağbi ve önceden ayarladığımız nakliyatçıların taşıdığı cihazlarımız benden bi iki saat sonra giriş yaptılar. nakliyatçılar cihazları gösterdiğimiz noktalara yerleştirdiler. sonrasında biz elektrik bağlantılarını tamamlayıp, yayınlanacak olan içerikleri ekranda oynatmaya başladık. işlerimiz sorunsuz bi şekilde kısa sürede tamamlanmıştı. her şey yolunda gidiyordu. davetliler yavaş yavaş gelmeye başlamışlardı. bizim cihazlar organizasyonun odağıydılar. hemen hemen herkes hakkında sorular sorup fotoğraflarını çekiyordu. tolga abi bi tarafta ben bi tarafta sürekli yeni insanlarla tanışıp cihazlar ve reklam içerikleriyle ilgili bilgiler veriyorduk. hayatımda diyalog kurduğum en kodoman insanlardı bunlar. çok büyük şirketlerin yöneticileri, hatta sahipleriydiler. e tabii bizim şirketinde en önde gelenleri oradaydı. özellikle satışçılar göz dolduruyorlardı. her gün eften püften sebeplerle yanlarına çağırıp, yok "telefonum bozuldu" yok "bilgisayarım dondu" diye köpek çeken janti tayfa, reklamverenlerin önünde birden melek kesilmişlerdi. o kadar sıcak o kadar samimi davranıyorlardı ki bana, sanki daha iki gün önce "şirket telefonumdaki fotoğraflar silinmiş onları derhal geri istiyorum" diye kıyamet koparıp, beni itin götüne sokan bi başkasıydı. iki yüzlülükleri beni daha da keyiflendirmişti aslında. çünkü zaten öyle olduklarını seziyordum, gözlerimle gördüm ve haklı çıkmanın gururunu yaşadım. orada bulunduğum her anın tadını çıkartıyordum. daha önce hiç tatmadığım yiyecekler, çeşit çeşit kokteyller, her biri diğerinden güzel kadınlar ve muhteşem boğaz manzarası… ışıltılı bi dünyaydı, hayal aleminde gibiydim. muhabbeti ilerlettiğim bi kaç kadının numarasını aldım. ilerleyen günlerde daha sakin bi ortamda baş başa bi şeyler içmek için sözleştik. akşam olup yemeğe geçildiğinde herkes daha da rahat ve birbirleriyle daha da samimi olmuşlardı. bizim satış ekibinden didem'in otuzuncu yaş günüymüş. arkadaşları birlikte oturdukları masada pasta kestiler. bütün salon alkış kıyamet yaş günü kutladık. otuz yaş o zamanlarda bana çok uzak geliyordu. otuzuma geldiğimde ne yapıyor olacağıma dair en ufak bi fikrim dahi yoktu. neredeyse on sene vardı ve belki de o yaşı göremeyecektim. bi yandan bu düşüncelere dalmışken bi yandan da didem'i kesiyordum. oldukça hoş görünüyordu. her zaman şık ve bakımlıydı. pahalı kıyafetler, özenli makyaj, bakımlı bi cilt ve gözle görülen çeşitli detaylar. ama zeten gözle görülenlerin dışında pek bi numarası yoktu. çok sığ bi kadındı, zeki değildi, hayata dair pek bi fikri yoktu, dümdüz yaşıyordu işte. o bile bi şekilde otuz olmuştu. demek ki uzun yaşamak pek de marifet sayılmazdı. rüya gibi bi günü geride bırakıyordum. çok keyif almıştım ve cebimten tek kuruş çıkmamıştı. otelden ayrılıp gecenin karanlığında kabataş'a kadar yürüdüm. oradan bi deniz motoruna atlayıp üsküdar'a geçtim ve eve vardım. çakırkeyiftim, yine de adettendir diye bi bira açtım ve camın kenarına oturup sokağı seyre daldım. gündüz kahvemi içerken ki manzarayla kıyasladım ister istemez. gözümde canlandırdım istanbul boğazını. kız kulesine ve saray burnuna çarpa çarpa marmara'ya doğru akıp giden denizin kudretini… tam o esnada bi görüntülü mesaj geldi şirket telefonuma. rezervasyon departmanındaki stajyer çağla'ydı gönderen. mesajdaki fotoğraf gündüz seyrettiğim manzaraya bi kaç kat yukarıdan bakan bi odadan çekilmişti. özel bi odaydı belli ki, camın hemen önünde kocaman bi küvet duruyordu. küvetin içi köpük doluydu ve köpüklerin üzeri güllerle kaplıydı. "ne bu?" diye sordum mesajla. "didem paylaşmış facebook'ta. sevgilisiyle doğum gününü kutluyorlarmış. odaya çıktığına göre etkinlik tamamlandı heralde" "evet ben eve geldim" "ne zannettin oğlum, yatıya da mı kalacaktın?" "şu fotoğrafı gördükten sonra… fena fikir değil aslında!" "o odanın geceliği bizim bi maaşımızdır" "yani?" "yanisi mi var? bi gece kalsan bütün ay aç gezersin" "bu fikir bana pek yabancı değil" "valla sen bilirsin…" daha fazla cevap vermeden bitirdim yazışmayı. henüz el değmemiş maaşımla ne yapacağım belliydi artık. ertesi gün cumartesiydi. öğlene doğru uyandım. otelde içtiklerim yetmezmiş gibi eve geldikten sonra da sayısını hatırlamayacağım kadar bira içmiştim camdan sokağı izlerken. başım çatlayacak gibi ağrıyordu ama alışmıştım artık bu duruma. pek çok gün işe bu vaziyette gidiyordum zaten. gençliğin getirdiği enerjiyle kimseye belli etmiyordum ama. yataktan doğrulup kendimi banyoya attım. soğuk bi duşla ayılmaya çalıştım. işe yaramıştı. kurulanıp kıyafetlerimi giydikten sonra ilk işim oteli aramak oldu; "merhaba, dün otelinizde bir etkinliğe katıldım ve çok etkilendim. önümüzdeki cumartesi için boğaz manzaralı ve küvetli bir odanıza rezervasyon yaptırmak istiyorum" "tabii efendim. öncelikle isminizi alabilir miyim?" "barbaros tufan" "sizin için suitlerimizden biriniz önümüzdeki cumartesi için rezerve ediyorum. saat 14:00 itibari ile giriş yapabilir ve ertesi gün saat 12:00'ye kadar konaklayabilirsiniz" "teşekkürler" tüm hafta heyecanlı bi bekleyişle geçti. sakatlanıp planımı sekteye uğratmayayım diye boks antrenmanlarıma bile gitmedim. ama kimseye de planımdan söz etmedim. sonrasında da söz etmek gibi bi niyetim yoktu ya da didem gibi facebook'a fotoğraf koymak. çünkü özel bi anın tadı ancak başka hiç bir şey düşünmeyerek ve başkalarının ne düşüneceğini önemsemeyerek çıkar. einstein'ın dediği gibi; ''güzel bir kızı öperken düzgün araba kullanan birisi, öpücüğe hak ettiği dikkati vermiyordur''. cumartesi sonunda geldi çattı. otele giriş için belirttikleri saati çoktan doldurmuştum. ama yinede dakikasında damlamamak için deniz motoruyla beşiktaşa geçtim önce. kazan'a oturup bira ve patates kızartması sipariş ettim. patatesi ilk biramla bitirdim ve ikinci birayı söyleyip keyifle yudumlamaya başladım. cam kenarında oturuyordum ve yolun karşısındaki deniz müzesine girip çıkanları seyrettim bi süre. gördüğüm insanlara hayali isimler taktım. bazılarına lakaplar. hayali işler buldum onlara. bazı yalnızları sevgili yaptım birbirleriyle. bazı çiftleri de ayırdım. böyle boş düşüncelerle öğüttüm vakti. keyifli ve iyi hislerle hesabı isteyip kaltım masadan. her ne kadar yalnız başıma olsam da özenle giyinip kuşanmıştım. iyi ütülenmiş bi beyaz gömleğin üzerine daha şık başka bir kıyafet yoktu benim için. dolayısıyla tercihim yine değişmedi. rahat ve acele etmeden yürümeye başladım otele doğru dolmabahçe caddesindeki çınarların altında. duvarlara asılmış atamın çeşitli fotoğraflarına baktım yol boyunca. garip bi hüzün kapladı içimi. son nefesini verdiği yerdeydim. 10 kasim 1938 sabahı canlandı gözümde. "keşke o gün hiç yaşanmasaydı" diye mırıldandım kendi kendime. düşünmemeye çalıştım ve yürümeye devam ettim… otelin önüne geldiğimde yeniden keyifli bir ruh haline bürünmüştüm. döner kapıdan içeri süzülüp yine resepsiyonist kızın karşısına dikildim. kendimi tanıtıp rezervasyonumu sorgulattım. "suitiniz hazır barbaros bey, arkadaşımız size eşlik edecek" "teşekkürler" diyerek belboyu takip ettim. asansörle üçüncü kata çıktık. odayı belboy açtı ve beni içeri davet etti. kısa süreli bi oda tanıtımının ardından teşekkür edip bahşişini uzattım, kapıyı arkasından kapattım. oda tam olarak didem'in fotoğrafını paylaştığı gibiydi. hatta aynı oda bile olabilirdi. küvet yeni doldurulmuş, köpüklerin üzerinden buharı tütüyordu. güller yoktu tabii ki de. soyunup küvete uzandım. yanımdaki sehpadan bi sigara alıp yaktım. derin bi nefes alıp dumanını savurdum eşsiz boğaz manzarasına karşı. belki de bir kadınla gelmeliydim buraya. daha farklı bir hazzı olurdu muhtemelen ama yalnız kalıp sessizliği dinlemekte oldukça keyifliydi. ayrı bi tadı vardı bunun. bu nedenle az konuşan insanlarla vakit geçirmeyi her zaman daha çok sevmişimdir. az konuşan, az soru soran, az anlatan, az talep eden. hayatıma giren insanların mutlak bir beklenti içinde olmaları ve beni bi proje olarak görmeleri onlardan uzak durmama ya da araya ciddi bir mesafe koymama en büyük gerekçe. mesela bir kadınla tanışıp onunla bir şeyler yaşadıktan sonra hemen beklenti içine girmesi oldukça can sıkıcı. kimse "yaşadığım yanıma kardır" diyerek anın tadını çıkarmıyor. her güzel hatıranın sonsuza dek sürmesini temenni ediyor. fakat hayatta hiç bir şey sonsuza kadar sürmeyecek. içerisinde bulunulan konum ve şartlardan maksimum hazzı almaya çalışıp uzun vadeli planlardan ve hedeflerden uzak durmak mutlak huzurun anahtarı. örneğin bugün burada bu keyfi yaşıyor olmak tam anlamıyla muazzam. fakat bunu yarın ya da haftaya hatta belki de ömrümün sonuna kadar tekrar yaşayamayacağımı düşünüp bu kefyi zedelemenin bir anlamı yok. bugün buradayım işte. karşımda boğaziçi, elimde sigaram ve kusursuz sessizlik içerisinde şehrin yavaş yavaş yanmaya başlayan ışıklarını seyrediyorum. eşsiz bi haz… o geceyi benzer döngülerle geçirip uzun bir uykunun ardından sabaha erdim. camın önüne dikilip şehri seyretmeye koyuldum tekrardan. boğaziçi pazar sabahının sükunetinde dinleniyordu adeta. gecesi ayrı gündüzü ayrı güzeldi. yavaş yavaş toparlanıp giyinmeye başladım. hazır olduktan sonra odadan ayrılıp restoranta indim. sağlam bi kahvaltının ardından resepsiyona yönelip çıkış işlemlerimi yaptım. neredeyse maaşımın tamamını bırakmıştım orada. döner kapıdan otelin dışına çıkarken maliyetini zerre umarsamadığım kusursuz bi geceyi arkamda bırakıyordum. bu keyifle doğruca eve geçtim. spor çantamı hazırlayıp boks salonuna doğru yola koyuldum. henüz öğle vakti bile gelmediğinden salon bomboştu. hazırlanıp tek başıma ringe çıktım. kuş gibi hafif hissediyordum kendimi. enerji doluydum. ısınmak için biraz gölge dövüşü yaptım aynada kendimi seyrederek. ardından kum torbasına geçtim ve iyice ısındım. tam o esnada mahalleden can dostum hakan girdi salona. "napıyosun balboa" diye seslendi kendi üslubuyla. "ısınıyorum" "sonra?" "sonrasına bakarız" "dur iki dakka da sana bi şey anlatcam" "dökül" "ufak çaplı bi işimiz olacak, güzel para getirisi olan" "benim iyi kötü bi işim var zaten, uzak duruyorum çalışmaya başladığımdan beri o işlerden" "çok sıkıntılı bi mevzu değil, bi gece bi mekana gidip görüntü yapcaz" "sadece bi gece mi?" "şimdilik öyle görünüyor. birisi özcan ağbiden yardım istemiş. mekanda sahne alıyormuş kadın. ama anlaşılan bu işi yapmaya pek gönüllü değil." "ee biz napcaz?" "kadının sahne aldığı akşam gidip ufak çaplı bi gözdağı vermemiz lazımmış" "koskoca mekana gözdağı vermek için sadece ikimiz mi gitcez?" "ulan sanki hiç yapmadığımız şey" "doğru diyosun… peki ya bi sıkıntı çıkarsa?" "önlemimizi alırız.. ulan amma soru sordun haa, alt tarafı bi akşam gidip felekten gece çalcaz, üstüne de para alcaz" "kağıt üstünde güzel plan. peki biz gözdağı verince bunların kadını serbest bırakacakları ne malum?" "orasını bende tam anlamadım, özcan ağbi bi yolunu bulacağını söyledi" "hee doğaçlama yapcaz yani… oğlum bak orda işler kızışırsa götümüze baka baka çakmak zorunda kalmayalım" "merak etme tedbirli gitcez, akşam otoparkta özcan ağbiyle buluşup detayları ondan dinleriz" dedikten sonra arkasını dönüp gitti hakan. benimde kafamı bulandırdı durup dururken. ne güzel sessiz sakin yuvarlanıp gidiyordum iki üç aydır. ama günün sonunda iyi para gelecekse yeni hayat mottomun hakkını verebilmek için katlanılabilirdi. kafamda hesap kitap yapmaktan antrenmanıma odaklanamadım. fazla uzatmadan toparlanıp eve geçtim. akşam olduğunda hakan'dan telefon geldi "evden çıkıyorum, hadi sende gel otoparka, adam bizi bekliyor" dedi. hazırlanıp çıktım bende. kuzguncuk yokuşundaki eski çalıştığım otoparka girdiğimde hakan'la özcan ağbi ofisin önünde ayaküstü laflıyorlardı. yanlarına gittim bende. "iyi akşamlar" "iyi akşamlar barbaros hoşgeldin, hadi geçelim içeri" dedi özcan ağbi. içeri geçip yıllar önce çalışırken uyuduğum deri koltuğa oturdum. hakan da yanıma geldi. özcan ağbi karşımızdaki masaya oturup direkt konuya girdi; "bakın gençler bu mesele benim şahsi meselem sayılır. o yüzden sadece güvenebileceğim isimlerle ilerlemek istedim ve siz şu anda buradasınız. aksaray'daki bir pavyonda zorla çalıştırılan meral isimli bi kadın var. bu kadını kaçırıp özgürlüğüne kavuşturmamız gerekiyor." dönüp hakan'a baktım sinirle.. "ağbi hakan böyle anlatmamıştı bana konuyu, sadece gidip bi görüntü yapacaktık" "valla bende şimdi haberdar oluyorum" dedi hakan. özcan ağbi lafa girip; "onun bi kabahati yok, ben öyle söyledim ilk başta. ama mevzunun aslı bu. dediğim gibi bu işi de sadece güvenebileceğim isimlere verebilirim. duyulursa sıkıntı olur. sizin becerebileceğinizden de kuşkum yok. karşılığında da güzel para alacaksınız." "ne kadar mesela?" "sen şu anda çalıştığın yerde ne kazanıyorsun?" "asgari ücret" "tamam bi senelik maaşını tek işle kazanacaksın, yani maaşının on iki katını vereceğim her ikinize de ayrı ayrı" çok iyi teklifti… bir sene az zaman değil, parayı idareli kullanırsam tüm seneyi çift maaş alıyormuşum gibi yaşayabilirdim. ama fazlasını koparma fikri belirdi kafamda birden; "peki ufak bi talebim daha olacak" "dökül bakalım" "senin fulya'daki rezidansa iki tane rusla üç gün kapat beni" "pezevenk miyim lan ben?" "estafurullah ağbi, sen lojistik desteği sağla ben gerekenleri kendim temin ederim" "o olur bak, iş bittikten sonra istediğin zaman alırsın anahtarı" "tamamdır anlaştık" dedim. hakan dünden razıydı zaten işi almaya. ona pek söz bırakmadım. gece ilerledikçe detayları konuştuk. mekanın neresi olduğunu, kaç kişinin koruduğunu, meral'i aldıktan sonra nereye yerleştireceğimizi falan… her şey netti kafamızda. gelecek cumartesi gecesi uygulayacaktık planı. tüm hafta geçmek bilmedi yine. tabii geçen haftaya kıyasla tatlı bir heyecandan ziyade gergin bir bekleyişti bu. ama iş bittikten sonra geçen hafta gibi pek çok hafta geçirmemi sağlayacak ciddi bi meblayı cebime koyacaktım. bunun hayaliyle gerginliğimi bastırmaya çalıştım sürekli. ama pek başarılı olabildiğim söylenemezdi. şirketteki yöneticim tüm hafta "senin canın bir şeye mi sıkkın?" diye sorup durdu. kaçamak cevaplarla savuşturdum her seferinde. derken cumartesi geldi çattı. akşamüstü hakan'la telefonlaşıp otoparkta buluştuk. özcan ağbi doğrudan ofise aldı bizi. hemen çıkacağımızdan dolayı oturmadık bu sefer. o da hızlıca masanın arkasına dolaşıp çekmeceden iki tane beretta p92 çıkardı. yanlarına da birer yedek şarjör koydu. yedek şarjörlere basılmış 9mm.'lik mermiler ışıl ışıl parlıyordu. silahlardan birini alıp içindeki şarjörü kontrol ettim. o da doluydu. hatta ilkini namluya sürüp emniyete alarak belime taktım ne olur ne olmaz diye. yedek şarjörü de ceketimin fermuarlı iç cebine attım. hakan da aynı şekilde emanetleri alıp yerleştirdi üzerine. "plana sadık kalırsanız kullanmanız gerekmeyecek" dedi özcan abi. ama o da biliyordu bal gibi kullanmamız gerekeceğini. yoksa neden yedek şarjör versin. "yaşayıp göreceğiz ağbi" dedim ve çıktık ofisten. kapıda hazır bekleyen arabaya atlayıp yola koyulduk. hakan sürüyordu her zamanki gibi arabayı. iyi şofördü, sağlam refleksleri vardı, olay anında soğukkanlığını koruyup doğru manevralar yapardı direksiyon başındayken. fazla geçmeden mekana vardık. arka tarafına dolanıp kuytu bi köşeye park ettik aracı. sonrasında yürüyerek ön tarafa ilerleyip normal müşteri gibi kapıdan girdik içeri. ortalardan boş bulduğumuz bi masaya oturduk fazla dikkat çekmemek için. göz önünde olmak bu tip mekanlarda en iyi kamuflajdır çünkü. oturur oturmaz hemen iki kons yanaştı masamıza. davet edip oturttuk yan sandalyelere. sahnede şarkı söyleyen başka bir kadın vardı. meral ondan sonra çıkacaktı programa göre. garson gelip siparişleri aldı. kısa sürede donatıldı masa. her gelen garsonun eline bahşiş sıkıştırdık. konslarla havadan sudan muhabbetlere daldık. gülüp eğleniyorduk. özcan abinin operasyon harcirahı olarak verdiği parayı saçıp savuruyorduk resmen. dışarıdan bakıldığında cebinde parası olan ve eğlenmeye gelmiş iki boş adam profili çiziyorduk. hatta yanımızdaki konsların sütyenlerine sırf gırgır olsun diye para sıkıştırıyorduk gecenin sonunu beklemeden. böylece ortadan kaybolduğumuzda hesabı ödemeden kaçacağımız hissine kapılmalarını engelliyorduk. her şey plana uygun ilerliyordu. meral'in sahnesine kısa bi zaman kala hakan planladığımız gibi midesinin bozulduğunu söyledi. kafasını masaya koyup fenalaşıyormuş taklidi yapmaya başladı. o anlarda parmağını boğazına sokup masanın yanına kusmaya başladı tüm yediklerini. yerimden kalkıp yanına koştum hemen. konslar ve garsonlar hemen yardım etmek istedi ama ben girdim koluna, yerinden kaldırıp; "gel bi elini yüzünü yıkayalım" dedim. garsonlardan biri peşimize takıldı lavaboyu göstermek için. yine cebine biraz para sıkıştırıp savdım başımızdan. lavaboyu pas geçip kulislerin olduğu bölüme yöneldik. meral'in kulisinin kapısında iki adam dikiliyordu bizi görünce tedirgin oldular. durmamızı söylediler. sakin ve ağır tavırlarla ilerleyip yolumuzu kaybetmişiz izlenimi yarattık. hakan midesi bozulmuş taklidi yapmaya devam etti. bi tanesi iyice dibimizde girdi. "kardeşim iki dakka yardım etsene adam bayılmak üzere" dedim. dibimize giren adam hakan'ın koltuk altına sıvıştı ve destek olmaya başladı. diğeri hala kulisin kapısında dikiliyordu. yanımıza gelenin hakan'ın kolunun altında olduğundan kesin emin olduktan sonra kapıdakinin üzerine atladım. karnına sağlam bi diz geçirip iki büklüm ettim dağ gibi adamı. sonrasında ensesine bi dirsekle yere yığıldı. arkamı döndüğümde hakan koltuğunun altındakini çoktan paketlemişti zaten. hızlıca kulisin kapısını açıp baygın adamları içeri sürükledik. kapıyı kapattığımızda meral şok olmuş bir ifadeyle bize bakıyordu.
"bizi özcan ağbi gönderdi" dedi hakan.
meral belli ki geleceğimizden haberdardı;
"çabuk çıkmamız lazım, beni takip edin" diyerek arkasında kattı bizi. tam o sırada içeriden meral'in sahneye çıkacağı anonsu yükseldi!
"şimdi beni almaya gelecekler, acele etmeliyiz" dedi tedirgin bi sesle.
onu tekip ederek labirenti andıran koridorlarda ilerlemeye başladık. peşimizden bi gürüptü koptu, anlamışlardı ortadan kaybolduğunu. hızlı adımlarla ilerlemeye devam ettik. mekanın mutfağına dalıp oradaki arka kapıya doğru yöneldik meral'in peşinden. mutfak çalışanları gergin bakışlarla bizi izlediler geçerken. biz tam arka kapıdan çıkarken giriş yaptığımız ilk kapının açıldığını duyduk. kaç kişi olduklarını sayamadığım adamlar havaya ateş ederek mutfağa girdiler. peşimizden koşuyorlardı. hızlıca mutfaktan çıkıp ilerideki arabamıza doğru koşmaya başladık. biz tam arabaya yanaşmıştık ki onlarda peşimizden çıktı mutfağın arka kapısından. bu sefer üzerimize doğru ateş etmeye başladılar. hakan apar dopar direksiyona atladı. bende belimdekini çıkarıp tek hareketle emniyetini açtıktan sonra rastgele üzerlerine ateş etmeye başladım. seri bi şekilde meral'i arka koltuğa oturdup yanına bindim. hakan kapımı kapatmaya fırsat vermeden asıldı gaza. tozu dumana katarak kaçmaya başladık. hala açık olan kapıdan mermileri sıkmaya devam ediyordum. onlarda boş durmuyorlardı tabii. peşimizden baya bi saydırdılar. araç çok fazla isabet alsa da bizde bi şey yoktu. o saatten sonra bizi takip etmeye çalışsalar bile yakalayamazlardı. son sürat caddelerde ilerleyip birinci köprüden anadolu yakasına geçtik. planladığımız üzere nakkaştepe'deki boş eve yerleştirdik meral'i. özcan abiyi arayıp işi hallettiğimizi söyledik ve beklemeye koyulduk. çok geçmeden özcan abi geldi eve. hakan'a da bana da birer poşet uzatıp;
"elinize sağlık. poşetlerde konuştuğumuzdan fazlası var. üzerinizdeki emanetleri eksiksiz bi şekilde bırakın ofise. bundan sonrasını konuşuruz" "bundan sonrası derken ağbi?" "bi süre meral'i burada misafir edeceğiz. günlük ihtiyaçları için arada uğramanız gerekecek. burada olduğunu sadece siz ve ben biliyorum." "iyide ağbi böyle konuşmamıştık" "fazla sürmez merak etmeyin, başka bir yer ayarlayana kadar…" "peki ağbi nasıl istersen" diyerek durumu hemen kabul etti yine hakan. ama benim pek içime sinmemişti. hemen sıyrılmak istiyordum bu mevzudan. o an fazla üstelemeden arabaya bindik. silahlardaki parmak izlerimizi silip birer bez poşete yerleştirdik yedek şargörlerle birlikte. yolda giderken hakan; "iki günde bir market alışverişi yapıp uğrarız yanına, her gittiğimizde de ne ihtiyacı varsa öğrenip bir sonraki sefer ona göre alışveriş yaparız" diye yaptı planı.
mecburen kabul ettim. bu durumun ne kadar süreceğinin belirsizliğiyle arabayı ve emanetleri otoparka bırakıp para dolu poşetlerimizle birlikte evlerimize dağıldık. eve girer girmez poşeti salonun ortasına attım. buzdolabından soğuk bi bira açtım. salondaki koltuğa oturup bi iki sağlam yudum çekerek soluklandım. sonra yerdeki poşete yöneldim ve içindeki gazeteye sarılı banknotları halının üzerine döktüm. saymadım ne kadar olduğunu ama özcan ağbinin dediği gibi en başta anlaştığımızdan fazlası vardı. ama o anda parayı nasıl harcayacağımı düşünüp hayallere dalamıyordum. içimde yoğun bi tedirginlik hissi hakimdi. gergindim. tamam bi kaç saat önce üzerime üç beş şarjör mermi boşaltılmış olması haklı bir gerginlik yaratabilirdi ama bu öyle bir şey değildi. kendime kör topal bi düzen kurmuştum ve bi daha bu işlere bulaşmamak istiyordum. az da olsa düzenli bi para kazanıp hayattan keyif almaya çalışacaktım. şimdi önümde bir senelik maaşımdan fazlası duruyordu ama ne geçen hafta otelde aldığım hazzın zerresi kalmıştı içimde ne de fulya'daki residansta beni bekleyen rus kadınların uyandırması gereken heyecan. özcan ağbinin ayrılırken söyledikleri bu işten sıyrılamayacağımız tedirginliğini doğurmuştu. paraları sağlama aldıktan sonra pazartesi işe gitmek üzere evden çıktım. akşama kadar ofiste yine ruh gibiydim ama bu sefer etrafımdakilere çaktırmadım. standart beyaz yakalılar gibi sahte gülücükler ve samimiyetsiz sevinçlerle mesaimi bitirip semtin yolunu tuttum. sonrasında eve uğramadan markete girip hakan'la buluştum. o kafasına göre bi alışveriş listesi oluşturup özcan ağbiden bunun için ekstra bi ödeme almıştı. listeye göre alışverişimizi tamalayıp poşetleri alarak nakkaştepe' deki eve yöneldik. kapıya geldiğimizde zile basmadan meral içeriden açtı kilidi. ben poşetleri verip ayrılırız hemen diye düşünürken içeri davet etti. nezaketsizlik olmasın diye girdik. salona geçer geçmez meral lafa girdi;
"geçen gece benim için yaptığınız çok kıymetliydi, size ne kadar teşekkür etsem azdır" "rica ederiz, iyi olmana sevindik" dedim. "öyle basite indirgemeyin. hayatımı kurtardınız siz benim" "umarım daha fazla tehlikeye atmamışızdır" "o konuda haklı olabilirsin, bu adamlar benim peşimi hemen bırakmazlar, şimdi köşe bucak arıyorlardır" "iki günde bir alışveriş için seni ziyaret edeceğiz, eksiklerini yazıp ver bize. diğer sıkıntıları özcan ağbi halleder" "çok teşekkür ederim, eksik olmayın" "önemli değil" diyerek ayrıldık evden. düzenli olarak işe gidip gelmeye devam ettim. alışveriş rutinimiz de aksaklık olmadan sürüyordu. planladığımız gibiydi her şey. ama yinede içimde bi tedirginlik süregeliyordu. halen daha tam olarak sıyrılamamıştık işin içinden çünkü. bu alışverişler daha ne kadar sürecek diye düşünmeden edemiyordum. tamam pek bi şey yapmıyorduk, kapıdan poşet bırakıp yolumuza gidiyorduk ama bunu bi mecburiyet uğruna yapmak beni huzursuz ediyordu. aradan bir ay geçmiş olmasına rağmen aldığım paranın tek kuruşuna dokunmamıştım henüz. hayattan daha fazla keyif almak için bulaştığım iş hayatan aldığım mevcut keyfi de zehir etmişti. sanırım bi insan için en büyük keyif kafasının rahat olması ve kimseye bi bağlılığının bulunmamasıydı. bu farkındalığa eriştikten sonra tekrardan böyle bir işe ne pahasına olursa olsun bulaşmamaya karar verdim. kimsenin emrivakisiyle iş yapmayacaktım. bu saatten sonra beklemek dışından elimden pek bir şey gelmiyordu. nitekim beklediğim haber sonunda geldi özcan ağbiden. bizi ofise çağırıp ufak çaplı bi konuşma yaptı;
"meral'i başka bi yere yerleştirdim. kendisine yeni bi hayat kuracak. başka bi insan olacak artık. sizde bu yaşananları unutacaksınız" "bizde tam olarak onu istiyoruz ağbi" dedim. "öyle olmasına sevindim. temiz iş yaptınız, güvenilir kardeşler olduğunuzu bi kez daha kanıtladınız. var olun" "sende var ol ağbi, müsadenle…" "müsade sizin…" ofisten çıkıp hakan'la kuzguncuğa doğru yürüdük. sahile varıp ismet baba'daki boş masalardan birine oturduk. masa dolusu mezeyle bi büyük tekirdağ yaş üzüm siparişi verdik. uzun zaman sonra rahat hissediyordum kendimi. kadehleri tokuşturup sırıtarak seyrettik boğazı...
"fulya'daki rezidans partisini ne zamana planlıyosun?" diye sordu hakan. "sikeyim rezidansını da rusunu da…" "plan o değil miydi zaten?" "lan dalga geçme… bi daha da beni özcan ağbinin bi işine bulaştırma!" "yok tövbe! bi daha bende bulaşmam zaten" "ee nasıl ezcez şimdi paraları" "buradan başladık işte…"
yazar turan ehl-i keyif hikaye edebiyat öykü istanbul kuzguncuk ismet baba
Comments