kaybedenlerin şampiyonu
- Turan
- 2 Şub 2022
- 15 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 4 Mar 2022
dilim istemsizce sağ-alt azı dişime gidip duruyordu. dişin iç-üst tarafından yarısı kırılıp gitmişti. belli ki geri kalan yarısı da artık huzursuz etmek dışında bi işe yaramayacaktı. henüz aynaya bakmamış olsam da herhangi bi mimiğimi hareket ettiremeyişimden anlıyordum yüzümün gözümün de tamamen şiş ve yara bere içerisinde olduğunu. vücudumdaki tüm kemiklerim etlerimden ayrılmışçasını sızlıyordu. sırtımdaki ağrı sanki saatlerce betonun üzerinde yatmışım hissi uyandırıyordu. ama yatağımdaydım. güç bela doğrulup kalktım. duvarlardan destek alarak salona doğru ilerledim. vardığımda koltukta yiğit'i uzanmış vaziyette buldum. beni görünce ağır hareketlerle ayağa kalktı; "oğlum sen niye kalktım bok mu vardı? uzun bi süre yataktan çıkmaman en iyisi." diye çıkıştı bana. "saat kaç?" dedim. "akşam sekize geliyo. sabaha karşı geldik eve hastaneden. on dört on beş saattir uyuyorsun." "uyuyabilmenin yolunu buldum sonunda o zaman. ama keşke bu kadar ağrılı olmasaydı." "sen geç yatağına uzan tekrardan, ben sana yiyecek bi şeyler hazırlayıp getiririm. sonra da ilaçlarını alırsın." "camları da aç evin içinde garip bi koku var." "o koku kendi burnunun içindeki kurumuş kan kokusudur." dedi. haklıydı… burnum neredeyse tamamen tıkalıydı. kurumuş kan pıhtısı içeriye duvar örmüştü adeta. ağzımdan nefes aldığımdan dilim damağım da kurumuştu. dolaptan bi şişe bira alıp yatağıma geri döndüm. midem boş olmasa daha sert bi şeyler içerdim aslında ama sonrasında mide ağrısını da çekecek halim yoktu. birayı bitirmek üzereydim ki yiğit elinde tepsiyle girdi odaya. kendince bi sandviç hazırlamıştı, yanında da bi bardak soda. zar zor yemeye başladım ama çiğnerken çenem ağrıyordu. dişlerimi bir birlerine kavuşturmakta güçlük çekiyordum. "daha sert bi şeyler yok muydu? bunu yemek yeterince zor değil çünkü." dedim. "evde olanlarla bunu hazırlayabildim." "lan evin altında market var, gidip alamadın mı daha rahat yiyebileceğim bi şeyler." "param yok birader neyle alcam? biz senin gibi iş güç sahibi değiliz. hala annemizin verdiği harçlıkla geçiniyoruz." dedi. "alsaydın benim cüzdanımdan." "ben karıştıramam öyle cüzdan müzdan." "iyi bok yersin." "hiç sızlanma, ite kaka ye işte onu. sonra ilaçlarını içircem, üzerine de kendi ağrı kesicimden hazırlayacam sana." "oğlum zaten kafam yerinde değil, hepten şarteli indirmeyelim." dedim. "merak etme bütün ağrılarını dindirecek." "hadi bakalım…" dediği gibi ite kaka bitirdim sandviçi. soda yerine dibi kalmış biramı tercih ettim yanında. ilaçlarıda içip etki etmesini beklemeye başladım. o sırada yiğit mutfaya geçti. bende peşinden gittim. tergahın üzerinde, iki kat jelatinin içine toz halindeki esrarı özenle yerleştirdi. kare şeklini verdikten sonra üzerini iki kat gazete kağıdıyla kapladı. ardından lavaboda ellerini biraz ıslatıp gazete kağıdını nemlendirdi ama öyle sırılsıklam yapmadan. akabinde yine iki üç kat olacak şekilde bi alüminyum folyoya sardı malzemeyi. avuç içini kaplayacak boyuttaydı. setüstü ocağı yakıp, malzemeyi maşayla üzerinde tutarak ısıtmaya başladı. yeteri kadar ısıttığını düşünmüş olsa gerek, yandaki tezgahta ters çevirilmiş halde duran tencetenin üzerine bıraktı. dolaptan aldığı başka bi tencerenin tabanını, malzemenin üzerine yerleştirip kenarlarından tutunarak bastırmaya başladı. tüm ağırlığını veriyordu tencereye. adeta iki tencerenin tabanı arasında tost yapıyordu. yeterli inceliğe ulaştığını düşünmüş olacak ki, alıp buzdolabına koydu. dolabın başında birbirimize bakarak dört beş dakika kadar dikilip bekledik. sonrasında malzemeyi dolaptan çıkarıp sırayla alimünyum folyoyu, gazete kağıdını ve jelatini soydu. toz esrar tam anlamıyla kaskatı olmuş ve kubar formunu almıştı. "sanata saygı kardeşim! sanata saygı!" diye haykırdı. "yeterince sert mi?" diye sordum. "görürsün şimdi tıkır tıkır nasıl kırılıyor." diyerek onayladı. yatağıma geri döndüm. yiğit de peşimden gelip çalışma masamın başındaki sandalyeye oturdu. taahhüt ettiği gibi tıkır tıkır kırmaya başladı kubarı. hepsini bi kenara yığıp, üç tane sigara kağıdının kenarlarını ağzıyla ıslatarak, enlemesine birbiriyle birleştirdi. sigara paketinden çıkardığı iki dal sigarayı açıp, içlerindeki tütünü yığdı özenle hazırladığı üçlü çarşafın içine. sonrasında kenarda biriktirdiği, ince bulgur formundaki kubar parçalarını, elini korkak alıştırmadan serpiştirdi tütünün üzerine. yine aynı özenle, parmak kalınlığını geçmeyecek şekilde sararak, sigara formuna getirdi. "sanatın ve sanatçının kıymetini bil." diyerek uzattı bana, beraberinde bi çakmakla. ateşledim, üzerine fazla düşünmeden. hiç soğutmayı beklemeden üst üste üç nefes çektim en sağlamından. "harbiden gerçek bi sanatçısın." dedim. "resmen zehir taciriyim resmen." diye haykırdı büyük bi gururla. dediği gibi zehir bi sigaraydı. daha yeni yarılamıştım ki belirgin bi şekilde ağrılarımın dindiğini hissetmeye başladım. sağlam bi iki nefes daha çekip geri kalanını yiğit'e geri uzattım. büyük bi keyifle sakin sakin çektiği nefeslerin artından zıvanayı bastı küllüğe. "oğlum bu bizi bozmasın şimdi?" dedim. "ne gibi?" "geçen gün tayfun'ların kuzguncuk'taki evde toplandık. gece geç saatlerde dursun abi geldi. ıslak mendil ambalajı gibi bi şeyin içinden, kurumuş kuş bokunu andıran bi dalgayı çıkarıp sardı içti kendi başına." "aaa bak o jamaican gold extreme'dir kesin. kimyasal yani. tarım ilacı karıştırıyolar içine." "her ne boksa işte… bitirdikten on dakika sonra dursun abi yastıkları sikmeye çalıştı. zor aldık elinden." "neyi?" "neyi olacak? yastığı heralde…" "istersen bi dahaki sefere ondan sararım." "olabilir. içmeden önce yastıkları saklayalım ama." ikimiz de ardımıza yaslanıp bi süre sessizliğe gömüldük. ne kadar geçmişti bilmiyorum, ama o günün cuma olduğu ve işe gitmediğim dank etti kafama. "lan ben iş yerine haber vermedim." dedim. "merak etme iki hafta raporlusun. raporunun fotoğrafını çekip gönderdim ben müdürüne." dedi. bu diyaloğun üzerinden çok fazla geçmemişti ki bu sefer de kapıdan gelen yumruklamalar bozdu sessizliği. yiğit kalkıp kapıyı açtı. hışımla eve, sonrasında da odama daldı mürsel hocam. "dün gece yine çok iyiydin. aferin benim aslanıma." dedi. "hocam ne iyisi! yine kaybettim." dedim. "lan oğlum o mesele değil ki, nasıl kaybettin ona bak sen." "hocam gözünü seveyim nasıl kaybettiğimin ne önemi var? üst üste altıncı müsabakamı da kaybettim işte." dedim. "aslanım yanlış düşünüyosun! seyirci en çok senin müsabakalarında ateşleniyor. en yüksek bahisler senin üzerinden dönüyor." diye telkin edildim ilk beş müsabakanın sonunda olduğu gibi.
"tamam ama insanım ben de hocam! bedenen çektiğim ağrıların dışında ruhen de çok yıprandım artık. bitirdiler beni. çok güçlü orospu çocukları!" dedim. "bence de artık bırakması lazım hocam." diye yiğit de destekledi beni. "oğlum bakın anlamıyosunuz! bu iş sizin televizyondan izlediğiniz müsabakalar gibi yürümüyor. normalde üst üste üç maç kaybeden bi adamı tekrar maça çıkarmaz organizatörler. ama sen öyle bi kaybediyosun ki en az şampiyon kadar konuşuluyorsun turnuva sonrası. çok ihtişamlı maçlar çıkarıyosun her seferinde. sen ringde dövüşürken kazanacak mısın yoksa kaybedecek misin kimse kestiremiyor. bahisler dengeli bi şekilde dağılıyor. çıktığın müsabakalar favorisiz olarak sınıflandırılıyor. haliyle bu belirsizlik de seyirciyi heyecanlandırıyor." "tam iki hafta raporluyum hocam! bu ağrılar iki haftaya geçer mi orası da muamma." "tamam çok iyi işte. güzelce dinlenirsin iki hafta boyunca. sonrasında seni rejenerasyona sokarız. iki hafta da o şekilde çalıştıktan sonra ver elini yeni turnuva." diyerek niyetini belli etti mürsel hoca. "hala benim müsabaka kazanabileceğime umudun var yani." "bi önemi yok! yine kaybedebilirsin. ama öyle bi kaybet ki bi sonraki turnuvaya kadar sadece seni konuşsun herkes." şeklinde son gazını da verip çıkıp gitti. mürsel hocanın ardından yiğit de fazla oyalanmadı, o da kaçtı. evde yalnız kalabilmiştim sonunda. dolaptan bi bira alıp, sallana sallana odama geri döndüm ve çalışma masama oturarak yazmaya başladım. yazacak çok şey vardı ne yazık ki. "ne yazık ki…" diyorum çünkü bunca şey yaşamak belki bi çok insanın hayaliyken ben maruz kalıyormuşum gibi hissediyordum. içimdeki bezgin ruh halini anlayan ise sadece boş sayfalardı sanki. her fırsatta içimi onlara döküyordum. ama daha şişeyi yarılamamıştım ki yine kapı çaldı. bu sefer berna'ydı gelen. beni o halde görünce şok oldu. "yeter artık ya yeter! allah kahretsin bu ne hal!" diyerek daldı içeri. "göründüğü kadar kötü değil." dedim kapıyı kapatıp yeniden çalışma masama dönerken. "senin sonunu hiç iyi görmüyorum barbaros! ölüp gideceksin günün birinde." "farklı bi opsiyonu olan var mı ki?" "neyi kast ettiğimi biliyorsun! pisi pisine öleceksin." "belki de..." "neden böyle yapıyorsun anlamıyorum. neden yetişkin bi adam gibi sorumluluk bilinciyle hareket edemiyorsun?" "sana böyle bi garanti verdiğimi hatırlamıyorum." "biliyorum vermedin ama ben istiyorum artık! derli toplu, düzenli bi hayat yaşamanı istiyorum. eğer senin gözünde de bi ilişkimiz varsa bunu talep etmek en doğal hakkım." "ben bile kendi hayatım üzerinde bi hak talep etmiyorum, bi beklenti içerisine girmiyorum. sen neden böyle bi tavıra bürünüyorsun ki şimdi?" "normal bi ilişki yaşamak istiyorum! ama senin bu filozof tavırların beni deli ediyor. her şeyi kendinin bildiğini sanıyorsun ama tam anlamıyla yapabildiğin hiç bi şey yok hayatında. sözde bi işin var, bilgi işlemcisin ama kendini geliştirip bi üst seviyeye atlamak için kılını bile kıpırdatmıyorsun. dövüşçü olduğunu sanıyorsun ama lisanssız olarak illegal müsabakalara çıkıp kaybetmek dışında bi numaranı görmedik. yazarlığın ise tam bi palavra! yayınlanmış tek bi kitabın bile yok. kitabı olmayan biri nasıl yazar oluyor acaba… ee dönüp ilişkimize baktığımda ise koca bi trajedi. her şeyimiz yarım yamalak. hayatındaki her şey böylesine biçimsizken nasıl oluyor da bu durumdan rahatsızlık duyup, düzeltmek için bi adım atmıyorsun anlamıyorum." diye kustu içindeki tüm öfkesini. "iş dediğin şey; hayatını idame ettirebilmek için, kazanacağın üç beş kuruş karşılığında ömründen feda ettiğin zamandan ibaret benim gözümde. sırf lisansı var ve federasyona bağlı diye profesyonel sandığın dövüşçülerin hiç biri bizim müsabakalarımızda bi dakikadan fazla ayakta kalamaz. yazarlığı kitap çıkarmış olma gibi basit bi olguya indirgemen ise edebiyattan ne kadar uzak olduğunun göstergesi. binlerce sözde yazar var sırf kitabı basıldığı ya da kendisi parasını verip bastırdığı için. ilişkimize gelecek olursak da hayata karşı sergilediğim bu tavır nedeniyle benimle olmadın mı sen? şimdi ne değişti de benim tavırlarımı sanki ilişkiyi zedeleyen bi problemmiş gibi nitelendiriyorsun?" demeyi geçirdim içimden. ama demedim. onca şey anlatmak isterken "anlatsam ne değişecek?" vazgeçisi belirdi zihnimde. "haklısın…" dedim, konu kapanır diye umarak. kapanmadı! saatlerce "neden böylesin?" sorusu etrafında dönen kınamalarını dinledim sabırla. o anlatırken gözlerinin içine baktım sürekli, belki fark eder ne denli yorulduğumu ve bu serzenişlerine bi son verir diye. edemedi… sonunda kendisi yorulmuş olsa gerek, alıp başını çıktı gitti. ardından bi tane daha bira açtım ve yazmaya devam ettim. bi hafta sonra ağrılarım büyük ölçüde dinmişti. gelecek turnuva için yavaş yavaş hazırlanmam gerektiğini hissediyordum. üstelik bi haftalık daha raporum vardı ve bu sürenin tamamını yatarak geçirmek istemedim. fethipaşa korusunda tempolu yürüyüşlerle rejenerasyona başladım. raporlu olarak geçirdiğim ikinci haftanın sonunda yüksek tempoyla koşabilir duruma gelmiştim. ama artık işe geri dönmem gerektiğinden turnuvaya kalan iki haftalık süre zarfında oldukça yıpranacaktım. bu sefer en azından ilk müsabakada kaybetmemeyi koymuştum kafama. sıkı çalışacaktım. turnuva günü gelene kadar her gün sabah iki, akşam iki saatlik idmanlar yaptım salonda mürsel hocayla birlikte. son günü dinlenerek geçirdim sadece. ve turnuva günü gelip çattı. on altı dövüşçü katılıyordu bu sefer. her zamanki gibi eleme usulü ilerlenecekti. cuma gecesi ilk eleme müsabakaları ve çeyrek finaller, cumartesi gecesi de yarı finaller ve büyük finale çıkılacaktı. soyunma odasında yiğit'le birlikte oturmuş mürsel hocanın gelmesini bekliyorduk. kura çekimi için hakem odasındaydı. heyecanla geldi yanımıza; "ilk maç için rasim'i çektik. senle aynı boyda ve sadece iki kilo fazlası var. ilk maç için dişimize göre bi rakip diyebiliriz. hadi gel şu ellerini saralım." dedi ve çantasından çıkardığı sargı bezleriyle başladı yumruklarımı sarmaya. bi şey söylemedim. müsabakaya konsantre oluyordum. "solunu hemen göstermeyeceksin rakibine. ters gard dövüşüp saklayacaksın bi süre. sağınla bozmaya çalış sürekli. ama kendini yormadan. rakip agresif dövüşürse, üzerine geldiğinde sarılıyormuş gibi yapıp çenesinin altına geçir sol aparkatını. baktın sakin ve dengeli dövüşüyor, sol direkle indirmeye odanlan. ama sakın aceleci olma! kesin isabet sağlayacağından emin olmadan göstermiyosun solunu!" diye son taktiklerini verdi. sargı işi bitmişti. yiğit el verip oturduğum yerden kaldırdı. "hadi birader bu sefer olacak." dedi ringe doğru yürürken. olacaktı. hissediyordum. isimlerimiz okundu ve ringe çıktık. hakem ikimizi de ortada buluşturup kuralları anlattı. göze parmak sokmamak ve avuç içi vurmamak dışında bi kural olmadığından çok uzun sürmedi. peşinden gelen "dövüş!" komutuyla birlikte birbirimizi yoklamaya başladık. ikimiz de kontrollüydük ilk dakikalarda. rasim sağ garddı ve sol direklerle beni bozmaya çalışıyordu. bense tam tersi sol gard oynuyordum ve sağ direklerimle yokluyordum onu. fakat bu fazla sürmedi ve rasim peş peşe çıkardığı kombine yumruklarla yüklendi üzerime. iyi savunuyordum ama. kayda değer pek isabet almadığım gibi, gardını düşürdüğü anlarda bi kaç tane sağlam oturtmuştum yüzüne. sonrasında sarsıldığını gördüm ve bu sefer ben yüklenmeye başladım, sağ direklerimin sıklığını arttırarak. sürekli bi boşluk arıyordum solumu çakabilmek için. rasim sağ direklerimden korunmaya çalışırken gardını fazla yukarı aldı ve çenesi açığa çıktı. beklediğim boşluğu kendim yaratmak için sağ aparkatımı çenesinin altına oturttum ve kafası bi anda yukarıya doğru doğruldu gömüldüğü yerden. darbenin etkisiyle gardı da bozuldu ve yüzü bi anda vuruş mesafemde belirdi. maçın başından beri beklediğim o an gelmişti ve tereddütsüz tüm gücümle vurdum suratının ortasına sol direğimi. geriye doğru adımlayamadan olduğu yere devrildi ve hakem sağmaya başladı. geçmek bilmedi o on saniye. ama doğrulamayacağı çok aşikardı. ve sonunda o anonsu duydum. yedinci maçımdı ve yedi maçtır bu anı bekliyordum; "kazanan! barbaros tufan!!!" mürsel hocayla yiğit ringe atladılar. hakemle birlikte kaldırdılar kollarımı havaya. kazanmıştım sonunda. ilk kez kazanmıştım o ringde ve bu eşsiz bi duyguydu. çeyrek finaldeydim. seyirciler kükrercesine bağırıp ismimi haykırıyorlardı. ayaklarım yerden kesiliyordu adeta. zafer sarhoşuydum. hiç inesim yoktu ringden. ama sıradaki müsabaka için indim tabii. zaten ne olursa olsun fazla rehavete kapılmamak gerekiyordu. doğruca soyunma odasına geçtik. sargılarımı çözdüler. üzerimi giyinip sıradaki müsabakamı beklemeye başladım. aradan yaklaşık iki saat geçmişti ki mürsel hoca yeniden yanıma geldi; "çıkar hadi üzerini. ring seni bekler. hemen ellerini saralım." dedi. "rakibim belli oldu mu?" "oldu ama korkacak bi şey yok. merak etme sen sakın! korkacak bi şey yok!" "öyle diyorsan kesin korkacak bi şey var. değil mi?" "yok ya… sadece sana kıyasla biraz cüsseli bu arkadaş. ilk maçını da yirmi saniyede falan kazandı. ama korkacak bi şey yok." "cüsseliden kasıt ne burda tam olarak?" "boydan beş santim, kilodan da on kilo koy kendinin üzerine. o kadar. fazlası yok." "peki ne yaptı da ilk maçı yirmi saniyede kazandı bu eleman?" "biraz fazla hırçın ve agresif. hemen saldırdı karşısındakine. kimse ne olduğunu anlamadan bitirdi işini. ama kesin erken boşalma sorunu vardır bu adamın demedi deme." "bak bu son söylediğin içimi çok ferahlattı. keşke baştan söyleseydin. şimdi kesin alırız maçı." "dalga geçme lan! kafan dağılsın diye makara yapıyoruz…" makara yapacak psikolojide değildim. cevap vermedim. yumruklarım sarılıp hazır hale geldi. yine aynı üçlü ringe doğru yürümeye başladık. ismim anons ediliyordu. ringe çıkmadan önce mürsel hoca kulağıma eğilip; "kesin yine hızlı başlayıp çabucak işini bitirmek isteyecek. mümkün mertebe kaçınmaya çalış. isabet almadan kendi kendine yorulmasını bekle. yorulduktan sonra kesin boşluk verecektir." öyle olmayacağını biliyordu aslında. ama yine de adettendir diye son taktiğini verdi. bu müsabakayı böyle bi taktikle kazanmam mümkün değildi. rakibin yorulma ihtimali üzerine kurgulanması kafama yatmadı. ya yorulmazsa? türlü düşüncelerle çıktım yeniden ringe. hakem ikimizi de ortada buluşturup yumruklarımızı tokuşturarak kuralları anlattı. ama daha "dövüş" demeden adam hakeme rağmen karnıma geçirdi yumruğunu. ne olduğunu anlayamadan anlık bi refleksle kendimi iki üç adım geri attım. tam o anda hakem "dövüş" dedi ve rakip hızlıca üzerime adımlamaya başladı. tıpkı mürsel hocanın anlattığı gibi hırçın bi tavırla kontrolsüz bi sol kroşe savurdu. eğilerek ıska geçmesini sağladım ama doğrulduğum anda rakip boşa savurduğu kroşe nedeniyle gardı düşük bi şekilde sol yumruk mesafemdeydi. tereddütsün var gücümle geçirdim açıkta duran suratının ortasına sol kroşemi. onunkinin aksine benim kroşem yerli yerine oturmuştu. hemen ardından devamını da getirmek istedim ama dağ gibi adam devrildi ayaklarımın dibine. hiç bi taktiğe ya da çalışmamıza uymayan, spontane gelişmiş bi hamleydi. hakem on saniyeyi saymaya başladı ama nafile, adam bayılmıştı. kimse ne olduğunu anlamadı. seyirciler dona kalmıştı adeta. dönüp arkamda duran mürsel hocayla yiğit'e baktığımda onların da gözünden şaşkınlık akıyordu. "ve kazanan! barbaros tufan!!!" anonsu geçildi salonda. hakem elimi kaldırdı havaya. ben de dahil olmak üzere herkes o an anladı sanırım müsabakanın gerçekten bittiğini. bizimkiler ringe bile çıkmadan atladım aşağı. zaten bu sefer çok kalmamıştım. seyircileri yararak tekrar soyunma odasına döndük. olanı biteni anlamaya çalıştık üçümüz de. yeni yeni kafamıza dank ediyordu. bi anda hep bir ağızdan kahkaha atarak birbirimize sarılıp sevinmeye başladık. yarı finaldeydim. o güne dek hep seyirci olduğum cumartesi gecesi maçlarına bu sefer müsabık olarak katılacaktım. tarifsiz bi coşku vardı içimde. zaten müsabaka çabuk bittiğinden enerjimi de atamamıştım. kıyafetlerimi giyip doğruca eve gittim. artık kazanan biriydim. üstelik aynı gecede iki müsabaka birden. banyoya geçip soyundum tamamen. aynaya baktığımda yüzümde de vücudumda da pek bi hasar görünmüyordu. ufak tefek şişikler ve kanamalar vardı sadece. duşun altına girdim. sargılar hala elimdeydi. vücudumdan akan sularla ıslanmalarını seyrettim. bitiş bağlarını çözdüm her ikisinin de. suyun da etkisiyle yavaş yavaş çözülmeye başladılar. ikisi de neredeyse tertemizdi. sağ tarafla tek bi yukrum bile atmamıştım zaten. hiç kıpırdamadan, bi saatten uzun süre suyun altında kalmışım, çıkınca farkına vardım. yatağıma uzandığımda yarı finale hazırdım. cumartesi gecesi soyunma odasında beklerken daha bi özgüvenliydim. en azında hiç müsabaka kazanamamış olmanın ezikliğini üzerimden atmıştım. üstelik o an herkes gibi farkına varamasam da çeyrek finalde tek yumrukla kazanışım oldukça sansasyoneldi. benimle aynı fikirde olacak ki; "oğlum şaka maka yarma gibi adamı tek yumrukla yere serdin." dedi yiğit. "bu demek oluyor ki ben de tek yumrukla yere serilebilirim." "orası öyle. ayık olman lazım." kısa süren sessizliği içeri giren mürsel hoca bozdu; "hadi bakalım uzat hemen ellerini. on beş dakikaya yarı finale çıkıyorsun." "rakip kim?" "bundan önceki turnuvada sana iki hafta rapor yazdıran tümer." "o piç yorulmak nedir bilmiyor." "maalesef. adam hem güçlü hem ciğerli. dün akşam ki ilk maçındaki gibi dövüşmen lazım." "acele etme diyosun yani." "tek yumrukla aldığın galibiyeti tekrar kovalama diyorum. o binde bir olacak bi şey." dedi ve hep birlikte sessizliğe büründük. garip bi tedirginlik vardı üçümüzün de üzerinde. yumruklarım sarılırken geçmiyordu sanki zaman. bi an önce ringe çıkmak ve ne olacaksa yaşamak istiyordum. kazanmak ya da kaybetmek umrumda değildi artık. yine tam vaktinde soyunma odasından çıktık ve ismim anons edildi tümer'le peş peşe. hakem yumruklarımızı ringi ortasında buluşturup her zamanki seremoniyi tekrarladı. bi kaç adım geri çekilip, gelen "dövüş" komutuyla birlikte yumruklarımızı tokuşturarak yarı final müsabakasına başladık.
gardımı düşürmek için sol direkleriyle üzerime geldi tümer. beni hırpalamaya çalışıyordu. büyük bi konsantrasyonla gözlerimi gözlerinden ayırmıyordum. yapacağı her vuruşu önceden sezip, kaçınmayı ya da savunmayı başarıyordum. yine de iki üç isabet almıştım yüzüme. ringde sürekli hareket halindeydik. beni köşelere sıkıştırmaya çalışıyordu ama bi şekilde uzak kalmayı başarıyordum. onun yorulmasını beklemeyecektim hamle yapmak için. sürekli boşluk arıyordum ve bulduğum anlarda daha da bozup bitirici bi yumruk indirebilmek için fırsat kolluyordum.
bu müsabaka da geçen turnuvadaki eşleşmemizden farklı geçmiyordu aslında. adam bariz bi şekilde benden üstündü ve dakikalar geçtikçe daha da hırpalanıyordum. daha fazla yorulmadan isabetli yumruklar atmam gerekiyordu yoksa yine aynı şekilde yenilecektim ona. üzerine gidip bi kaç kombine yumruk savurdum ve net isabetler sağladım. muhtemelen benden böyle bi çıkış beklemiyordu. aslında önceki gün aldığım galibiyetlerin getirdiği özgüven olmasa ben de kendimden beklemezdim ama kurdun dişine kan değmişti bi kere. aldığı darbelerle sarsılan tümer bi anda agresifleşti ve daha da baskın oynamaya başladı.
tükenmek üzereydim. burnum her iki taraftan da kanıyordu. burnumdan doğru düzgün nefes alamadığım için sürekli dudaklarımı aralamak zorunda kalıyordum. dudaklarımın üzerinde biriken kanın burnumdan akanlar mı yoksa ağzımın içinden dışarı taşanlar mı olduğunu ayırt edemiyordum. sağ gözüm de neredeyse kapanmak üzereydi. gardımı güçlükle tutuyordum. her an alacağım bi darbeyle yıkılabilirdim. ve köşeye sıkışmaktan kaçamadım. tümer'le burun burunaydık. sağlı sollu yumruklarla gardımı tamamen düşümeye çalışıyordu.
biraz nefeslenebilmek için sarılıp yumruklarından sakınmayı düşündüm. öne doğru atıldığımda sol tarafımdan kulağıma doğru yaklaşan sağ kroşesiyle göz göze geldik. anlık bi refleksle sol dirseğimi dışarıya doğru açtım. "çat" diye bi ses geldi sadece. hiç bi şey hissetmedim başka. savurduğu kroşe ile dışarıya açtığım dirseğim çakışmıştı. bileğinin üç dört parmak gerisinden kolunun kırıldığını gördüm. ne yapacağımı bilemedim o an. zaten o da olayın şokuyla ve acıyla kendini yere bırakıp haykırmaya başladı. donup kalmıştım olduğum yerde. tüm salon dona kalmıştık. hakem saymadı bile. kolumu kaldırmak için hamle yaptı ama karşılık vermeyip, arkamı dönüp indim ringden. soyunma odasına doğru yürürken anons geçiliyordu; "kazanan barbaros tufan!" finaldeydim… zerre sevinmedim. sevinemedim. ama rakibimin kolunu kırdığım için değil. sonuçta o da bi önceki müsabakada beni hastanelik etmişti. hak etmediğim bi galibiyet aldığımı düşünüyordum. tüm müsabaka boyunca benden üstün dövüşen bi adamı bilinçsizce yaptığım bi hareket sayesinde yenmiştim. hak etmediğim hiç bi şeyi istemiyordum hayattan. yine de zihnimden uzaklaştırdım tümer'e dair tüm görüntüleri. en geç iki saat sonra final maçına çıkacaktım. bizden sonraki diğer yarı final maçının ne kadar süreceğine bağlıydı. saatlerce sürmesini dilerdim. hem diğer finalistin de en az benim kadar hırpalanması için, hem de fiziksel ve mental yaralarımı bi nebze olsun onarabilmek için. ama hiç de öyle olmadı; "diğer maç ilk dakikada bitti. herif başlar başlamaz öyle bi yakaladı ki rakibini, bitirene kadar durmadı." diye kısa bi özet paylaştı bize final maçının ne zaman başlayacağını söylemeye gelen görevli. sadece bi saat sonra ringde olacaktım. her iki burnuma da sargı bezleri tıkalıydı. sağ gözümün üzerine buz tutuyordu yiğit. kaşlarıma, elmacık kemiklerime ve ağız çevreme vazelin sürüyordu mürsel hoca. ellerimdeki sargıları çözmeye çalışıyordum ben de bi taraftan. ellerim titriyordu. ruhen bitik vaziyetteydim. sargıları sökme işine yiğit el attı kendi başıma beceremediğimi görünce. sonrasında yenilerini sardı mürsel hoca. zaman hızlı ilerledi. final vakti geldi çattı. her zamanki gibi ringe doğru yürürken adım anons edildi. kalabalığı yararak ringe çıktım. rakibim olan herif de benden sonra… adama bak bak bitiremedim. boyu benden en az on santimetre fazlaydı. kilo desen çok rahat yüzün üzerinde gelirdi. üstelik öyle yağlı da durmuyordu. iri olmasına rağmen hantal bi görüntüsü yoktu. benden önceki müsabakasını başlar başlamaz kazandığından, üstü başı bile tertemiz duruyordu. hakem yumruklarımızı ortada birleştirip kuralları anlattı ve geri çekilip "dövüş" komutunu vererek final müsabakasını başlattı.
hemen üç dört adım geri adımlayıp sırtımı iplere verdim. tıpkı yarı final maçındaki gibi beni hemen bitirmek isteyip yüklendi üzerime. özensiz savurduğu kroşesininden kaçıp gövdesini yanına sağ direğimi geçirdim. ama herif hissetmedi bile resmen. dönüp o da benim gövdeme isabetli bi yumruk yerleştirdi. hem darbenin etkisinle hem savunma amacıla ringin diğer tarafındaki iplere kadar geri adımladım. benzer şekilde saldırıp yine özensiz bi kroşe savurdu. bu sefer kaçarken direğimi yüzüne geçirdim. sarsılmıştı ama atak yapma niyetiyle değil de savunma amaçlı vurduğumdan, isabet sağlasam bile etkili olamıyordum. yine dönüp vurmayı denedi ama bu sefer savunabildim kendimi. üzerine üç dört yumrukluk bi kombine saydırdım yüzüne. bi kaşını belirgin bi şekilde açmayı başarmıştım.
bu böyle devam etti. ringde ben kaçtım o kovaladı kaçarken isabetli vuruşlar yapmayı deniyor ve başarıyordum da ama herif demir gibiydi. ne kadar darbe alırsa alsın dövüş disiplinini bozmuyor, baskın oynamaya devam ediyordu. zaman ilerledikçe yorgunluk baş gösterdi üzerimde. müsabakanın başındaki kadar hızlı hareket edemiyordum artık ve beraberinde darbeler almaya başladım. aldığım her darbeden sonra daha da yavaşlıyordum. bi noktadan sonra burnum ve ağzım yeniden kanamaya başladı ve nefes alamaz oldum. nefes almak için fazladan enerji harcadıkça gardımı tutmakta zorlanıyordum. ki artık onu da tutamaz olmuştum. kollarıma tonlarca ağırlık bağlanmış gibi hissediyordum. yukarıda tutamıyordum artık kollarımı. tamamen açık hedef haline gelmiştim artık rakip için. ve sonunda tüm gücüyle savurduğu aparkat, çenemin tam altına oturmuştu. ayaklarım yerden kesildi. ardıma doğru havalanmıştım darbenin etkisiyle. havada süzülürken düştükten sonra tekrar kalkamayacağımı biliyordum. ama bitmek bilmeyen bi düşüştü sanki. en azından bittiğini ben hatırlamıyorum. bi noktadan sonra bilincim kapanmıştı ve gözümü açtığımda yine hastane odasındaydım. yiğit başımda bekliyordu her zaman ki gibi. doğrulmaya çalıştım. "dur oğlum napıyosun." diye atıldı hemen. "lan yok bi şeyim. rutin ağrı sızı işte…" dedim. "bu sefer ki çok başkaydı ama. herif sana bi çaktı, havada asılı kaldın resmen." tam o sırada mürsel hoca odaya daldı; "oooo paşamız güzellik uykusundan uyanmış sonunda." dedi gayet neşeli bi ses tonuyla. "nasıl oluyor da benim bu halimden makara malzemesi çıkarabiliyorsun?" diye sordum. "lan ne makarası, sevinmek de mi yasak? on numara turnuva çıkardın." "ama finalde kaybettim." "ya oğlum değiştir artık şu mantaliteni. üst üste üç tane adamı devirdin. finale çıktın. rakibin de senin gibi aynı yoldan geçerek geldi oraya. yani ardında tam on dört adam bıraktın. sadece bi kişi kazanacaktı zaten. sen de sadece o bi kişinin ardında kaldın. ama senin gibi kaybeden diğer on dört adamın önündesin sonuçta. kaybedenlerin şampiyonusun." "ne bu? gönüllerin şampiyonu gibi bi şey mi?" "oğlum bak şunu anla! kimse her zaman zirvede olamaz bu hayatta. ama zirvede olmasa da yakınında, dolaylarında olmak da iyidir." "peki ne kazandı bu kaybedenlerin şampiyonu işin sonunda?" "heh şöyle… olumlu taraflarını yakala biraz da. uzun bi süre para sıkıntın olmaz. hatta ben senin yerinde olsam bi süre çalışmazdım. işi gücü siktir et, takıl kafana göre ya da ne bok yersen ye orasını sen bilirsin. neyse seni ayık gördüm, ben kaçıyorum. size doyum olmaz." dedi ve gitti. o çıktıktan sonra doğruldum yatağımdan. yine bilindik ağrılarla doluydu her yerim. yatağın kenarına oturdum. yiğit'e dönüp; "ağrı kesicin var mı?" diye sordum. "var ama dursun abinin içtiğinden." dedi. "uyar. bakalım nasıl bi şeymiş." "oda da mı içicez?" "yok lan olur mu hiç. yangın merdiveninde hallederiz. hem temiz havada oksijen de katkı sağlar kafamıza…" "hadi kalk o zaman gidelim." diyerek koluma girip kaldırdı beni yataktan. tam odadan çıkarken hasta bakıcıya yakalandık. "ama senin kalkmaman gerekiyordu. en az iki gün dinlensin dedi doktor bey." dedi. "merak etme şu yangın merdiveninde biraz hava alıp geri gelcem. sen yastıkları sakla yeter."

kaybedenlerin şampiyonu yazar turan edebiyat hikaye anı düzyazı istanbul kuzguncuk
コメント