öğle saatleriydi, uçağım van ferit melen havalimanına iniş yaptığında. uçaktan çıkıp terminale yürüyerek ilerledim diğer yolcularla birlikte. içeri girdikten kısa bi süre sonra valizim bantta ilerleyerek önüme kadar geldi. alıp çıkışa doğru yürüdüm. nereye gideceğim belliydi fakat nasıl gideceğim konusunda hiç bi fikrim yoktu. tam terminalin kapısından çıkacakken arkamdan biri koluma yapıştı hışımla. vurma niyetiyle aniden döndüm ama bi baktım ki askeri inzibattı kolumu tutan.
"asker misin sen?" diye sordu göz göze gelir gelmez.
"evet" dedim.
"hangi birliğe gideceksin?"
"ağrı doğubayazıt"
"tamam biz götüreceğiz seni"
"sebep?"
"burası doğu bölgesi, kapıdan dışarı çıktığın anda canın tehlikede, o yüzden tüm askerlerin ulaşımı büyük askeri konvoylarla sağlanıyor birlikler arasında"
"e peki bugün konvoy var mı doğubayazıt'a?"
"orası belli olmaz. önce van merkezdeki birliğe götüreceğiz seni diğerleriyle birlikte, konvoyu orada bekleyeceksiniz artık ne zaman denk gelirse…"
"başlarım öyle işe! salın beni gideyim kendim. otobüs minibüs bişey bulurum illa ki"
"birader uğraştırma bizi! bak biz de askeriz burda. senin başına bişey gelse askerliğimiz yanar"
"benim ki bi tur yandı, merak etme pek bozmuyo" dedim.
biz ayaküstü tartışırken yanımıza bi tane astsubay geldi.
"hayırdır metin! nedir bu arkadaşın sıkıntısı?"
"komutanım arkadaş asker, doğubayazıt'a gidecekmiş. ktm'ye katılmak istemiyo, kendi gidecekmiş"
"yok oğlum öyle bi göt kimsede, sen ver bakalım askeri kimliğini bana" dedi astsubay.
mecbur çıkarıp uzattım. deşifre olmuştum bi kere. kurtuluş yok gibi görünüyordu. komutan kimliğime bakıp;
"barbaros tufan! seksen dokuza iki tertip, oğlum senin askerliğinin şimdiye kadar bitmiş olması gerekmiyor muydu?"
"ordumuz benden çok memnun kaldı, bırakmak istemediler, ikinci turu dönüyorum"
"taşşak geçme lan! kim bilir ne bok yedin de allahın siktir ettiği doğubayazıt'a gidiyosun"
"hepimizin var bi hikayesi"
"şimdi sen mecbur bizimle geleceksin. buranın raconu böyle, askeri bi başına sokağa salmıyolar. artık ne zaman ağrı konvoyu çıkarsa atlar gidersin. merak etme burada geçireceğin süre de birliğine katılmışsın gibi askerlikten sayılacak. gerçi senin çok da sikinde olacağını sanmıyorum ama…" dedi ve kimliğimi geri verip konuyu kapattı.
teslim olduğumu belgeleyen evrakları imzaladım ve askeri araçla van merkezdeki birliğe doğru yola koyulduk.
kışla nizamiyesinden içeri girerken yine elli tane x-ray'den geçtik. ama tabii yine bulamadılar bendeki cep telefonunu. benim gibi ktm'lilerin kaldığı koğuşa yönlendirdiler. normalde en fazla yüz kişinin kalabileceği, hangar tipinde bi koğuştu. ama şansıma kabul günüydü sanırım. tüm ranzalar doluydu. millet boş buldukları yerlere çöküp çantalarının üzerine oturmuştu. nereden baksan en az yüz elli kişiydik orada. herkes geçiçi olarak orada bulunduğundan hiç birimiz koca valizlerimizi yanımızdan ayıramıyorduk. kimin orada ne kadar kalacağı muamma, nereye nasıl gideceği muamma, hangi araçla gideceği muamma… beklemeye koyuldum. kış günü çok geçmeden hava karardı. akşam yemeği için içtima aldılar. yani koyun gibi saydılar bizi her zaman olduğu gibi. sonrasında yemekhane önünde sıraya girip aldık yemeklerimizi. yemek fena değildi ya da ben çok açtım.
yatma vakti geldiğinde koğuş iyice ana baba günü olmuştu. normal kapasitesinin iki katı asker vardı belki içeride. Havasızlıktan nefes alınmıyordu. hem o kadar kalabalık hemde harıl harıl yanan kaloriferlerden içerisi haman gibi olmuştu. valizimi alıp boş bi köşeye çekildim. parkamı çıkarıp dış kısmı aşağıya bakacak şekilde yere serdim. duvara da valizimi yaslayıp kendimce yastık yaptım. uzandım üzerine. içerisi ne kadar sıcak olsa da zemin soğuktu. dışarıda sıcaklık sıfırın altındaydı zaten. beton zeminin ısınması altında başka kat olmayınca pek mümkün değil haliyle.
vakit ilerledikçe herkes bi yerlere kıvrıldı, ışıklar kapandı, konuşanlar teker teker sustu, birbirini tanımayan ve muhtemelen bir daha karşılaşmayacak yaklaşık iki yüz adam geceyi dinlemeye başladık. çoğu uyudu. ben uyuyamayan azınlıktaydım. öyle bi ortamda aklı olan uyumaz zaten. karanlıkta uykuya dalmayıp parlayan gözleri seçmeye çalıştım. hareket edip yaklaşan var mı diye kontrol ediyordum sürekli. sol yumruğum hep sıkılıydı. o an güvenebileceğim başka bi şey yoktu zaten. saatler ilerledikçe daha da tedirgin olmaya başladım. paranoyakça bi ruh haline bürünmüştüm.
neyse ki hava aydınlanmaya başladı ve "koğuş kalk" çektiler. herkes doğruldu yerinden. tuvalete koşturdular. kımıldamadım ben. yaklaşık yarım saat daha bekledim uzandığım yerde. bir tane çavuş gelip;
"sen niye kalkmıyosun?" diye çıkıştı.
"tuvalette sıra var, milletin dağılmasını bekliyorum" dedim.
"burada traş olman gerekmez, şimdi bi sayım yapılır sonra kahvaltıya geçersiniz. hadi sen de fazla oyalanma" diyerek ayrıldı başımdan.
çok diretmeden kalktım bende. lavaboya geçip elimi yüzümü yıkadım çivi gibi suyla. kurumasını beklemeden yemekhaneye doğru yürümeye başladım. o kadar soğuktu ki hava, yüzümden akan su damlaları neredeyse buz tutacak gibiydiler. hızlı adımla girdim içeri. standart asker kahvaltısını alıp oturdum boş bi sandalyeye. acıktığımı fark ettim yemeye başlayınca. soğuktan ve uykusuzluktan yemek yemek aklına gelmiyor insanın. kahvaltı sonrası yine koyun gibi saydılar hepimizi. tabii yine her zaman ki gibi bi kaç aptal eksikti. buz gibi havada gelmelerini bekledik tam bir saat. geldiklerinde temizlik, çöp toplama gibi ıvız zıvır cezalar verilse de ben yiyeceğim kadar soğuğu yemiştim bi kere. sayım sonrası kantine geçtim doğruca. kahvaltı kesmemişti. kahvenin yanına bisküvi, çikolata, kek ne bulursam aldım aynı zamanda gözüm de doysun diye. on dakika sürmeden öğüttüm hepsini. soğukta titrerken vücut had safhada bi kalori yakım hızına ulaşıyor, ısısını koruyabilmek için. haliyle yemekhanede çıkan öğünle idare etmek imkansız hale geliyor.
kantin, yemekhane, koğuş üçgeninde günler ilerliyordu. hala beni ağrı'ya götürecek bir konvoy planı yoktu ortada. belki de vardı ama bize söylenmiyordu. zaten bu işin bütün olayı buydu aslında; kimseye fark ettirmeden askerleri ktm'lerden alıp, görev yapacakları birliklere teslim etmek. çok umursamıyordum ama bu durumu. ağrı'da olmuşum ya da van'da olmuşum ya da bi başka yerde… çok önemli değildi. yeryüzünde bi yerlerdeydim işte, etrafımda birileri vardı, çeşitli olay örgülerine dahil oluyordum ve bi şekilde zaman akıyordu ömrümden. askerlik bana, kendi hayatımı da dışarıdan bakan bi gözle izlemeyi öğretmişti. belki de hayatımda ilk kez buna kafa yoracak kadar boş vaktim olmuştu çünkü. ilk defa kimse benden bir şey beklemiyordu. günlük içtimalara katılmak dışında hiç bi sorumluluğum yoktu. haliyle askerliğin ne kadar sürdüğünün ya da süreceğinin benim için bi önemi yoktu. o güne kadar hiç şafak saymamıştım, saymaya da niyetim yoktu.
"şafak kaç?" diye soranlara,
"bilmiyorum, bitince birisi haber verir heralde" diyordum.
ilerleyen günlerden birinde "yat içtiması" sonrası koğuşun önüne bi otobüs park etti. içinden bi kaç astsubay ve uzman çavuş inip koğuşa daldılar.
"koğuş kalk! herkes ranzalarının başında beklesin. biriniz de şu ışığı açın amına koyim. şimdi ismini okuyacağım askerler doğruca eşyalarını toplayıp kapının önündeki otobüse biniyor. gürültü istemiyorum. Ismi okunan eşyalarını sessizce toplayıp otobüse geçsin" dedikten sonra isimleri saymaya başladı. a harfi ile başlayan isimler bittikten sonra ilk sıradaydım;
…
"barbaros tufan"
…
dedikleri gibi hızlıca eşyalarımı toplayıp otobüsteki boş bulduğum bi koltuğa yerleştim. sonra pek geçmeden diğer isimler de okundu ve otobüs tamamen doldu. üç-dört koltuk aralıklarla silahlı askerler de vardı içeride bizden önce gelip yerleşen. olası bi saldırıda konvoyu onlar koruyacaktı belli ki… son olarak da isimleri okuyan astsubay bindi otobüse ve hemen hareket ettik.
"şimdi bu konvoy doğruca ağrı'ya gidiyor. merkezdeki birliğe teslim edeceğiz sizi. oradan da varsa aranızda çevre illere ya da ilçelere dağılacak olan, başka konvoy bekleyecek artık. yol boyunca konuşmayın, uyumayın, dua edin" dedi ve o da silahını çıkarıp yerine oturdu.
yaklaşık üç saat sonra gecenin bi yarısı ağrı merkezdeki tugay komutanlığına giriş yaptık. yol boyunca sıkıntı arz edecek bi vukuat olmadı. yine hepimizi tıklım tıkış bi koğuşa yerleştirdiler. soğuk, havasızlık, açlık ve nerede uyumaya çalışacağımın belirsizliği rutinim olmuştu artık. yorgunluğumu bile hissedemiyordum. "bir sonraki konvoy doğubayazıt'a gider mi? giderse ne zaman gider? gitmezse nereye gider?" gibi sorular kafamdaydı ama sikimde değildi. mutlak bi umursamazlık sarmıştı tüm benliğimi.
derken günler günleri kovaladı. van'da geçirdiğim günlerin bi benzerini ağrı'da da geçirdim. yine benzer bi şekilde gece yarısı bi konvoy gelip beni ve bi grup askeri alıp ağrı'nın patnos ilçesindeki birliğe götürdü. bu konvoydaki komutan da birebir aynı şeyleri söyledi. yine bi ktm'de, bu sefer muhtemelen son konvoyum olacak olan doğubayazıt konvoyunu bekliyordum. bi kaç gün sonra o da geldi ve yine apartopar yola çıkıp, gecenin bi vakti doğubayazıt birinci mekanize tugay komutanlığına giriş yaptım.
nizamiyeden geçtikten sonra sürgün birliğim olan topçu taburuna doğru görevli bi asker eşliğinde yürümeye başladım. o kadar soğuktu ki hava, bi ara üzerimde kıyafetlerim yok sanıp elimle kontrol etme gereği duydum. yolda yürürken kenarda duran dijital termometrede "-25" yazıyordu. "bozuldu heralde" diyerek, pek aldırmadan yürümeye devam ettim. sonra taburdan içeri girip nöbetçi askere dördüncü topçu bölüğünün yazıcısını uyandırmasını söyledik. otuzlu yaşlarda bi kısa dönem asker kalktı geldi söve söve.
"bu arkadaş sürgün yemiş. sizin bölük son teslim birliği olarak görünüyor. kayıtlarını yapıp koğuşa yerleştirirsin." dedi ve dönüp gitti yanımda gelen asker.
yazıcıyla beraber bölük yazıhanesine girdik. benden evraklarımı ve sivil kimliğimi aldı.
"senin dosyan haftalar önce geldi zaten bize askeri kargoyla. sen ktm'de çok oyalandın galiba ya da oradan da mı firar ettin?" dedi yazıcı.
"dosyamı incelemişsin anlaşılan" dedim.
"sadece ben değil bütün tabur inceledi. ilk defa bu kadar tutanağın olduğu bi dosya görüyormuş herkes. aksiyonu seviyorsun anlaşılan."
"şimdiye kadar pek sıkılmadım diyelim…"
"neyse gel sen surayı imzala, ben diğer ıvır zıvır yerleri yarın doldururum. sana yatacak bi yer ayarlayalım şimdi" diyerek koğuşa doğru yöneldi. sonra boş bi yatak gösterip "burası senin olsun. başka boş yer kestirirsen gözüne değiştirirsin" dedi. tam o sırada nöbetten dönen askerler girdi içeri. dört kişilerdi. soğuktan aptal olmuştu çocuklar. içlerinden biri bağırarak;
"oğlum -30 gördük kuran çarpsın. bu nasıl bi soğuktur amına koyim!" dedi ve yolda gelirken gördüğüm termometrenin bozuk olmadığını anladım.
ertesi gün kamuflajlarımı giyinip sivil kıyafetlerimi valizimle birlikte depoya yerleştirdim. kayıt kuyut işleri sonrası içtimaya geçip, ardından kahvaltıya doğru yol aldık. yürüyeceğimiz taş çatlasın iki yüz metreydi ama sabah ayazı öyle bi sarıyordu ki vücudumu, iliklerime kadar üşüyordum. zor bela attım kendimi yemekhaneye. neyse ki burada istediğim kadar alabiliyordum her şeyden. uzun zaman sonra adam akıllı bi kahvaltı yapabildim. ardından yine tüm bölük toplanıp, bölük garajına geçtik. biz garajda sıraya girdiğimizde rütbeliler gelmiş bizi bekliyorlardı. bölük komutanı olan yüzbaşı tekmil aldıktan sonra bölük çavuşu yanına gitti ve;
"komutanım dün gece ktm'den bi arkadaş geldi. 89/2 tertip, sürgün yemiş." dedi.
"gelsin bakalım kimmiş" diye bize seslendi yüzbaşı.
ortaya çıkıp yanlarına gittim.
"barbaros tufan kastamonu" diye tekmilimi verdim.
"olum sen nerdesin, görevlendirme emrin haftalar önce geldi bize. ben seni unutmuştum bile"
"ktm'lerde çok uzun süre bekledim komutanım. konvoy çıkmadı bir türlü"
"neyse siktir et. senin geleceğinin haberi bize ilk olarak istanbul’daki bi albaydan ulaştı. tabur komutanıyla görüşmüş direkt. vukuatlı olmana rağmen seviliyomuşsun orada belli ki… seni tabur karargahında samet binbaşının yazıcısı yapacaklar o yüzden. kağıt üstünde bizim bölükte görüneceksin ama burayla bi alakan olmayacak. sabah ve gece yat içtimalarına katılman yeter. diğerlerini salla. yazıcılığı becerebilir misin peki?" diye sordu.
"üstesinden gelirim komutanım" dedim.
"hadi o zaman doğruca tabur karargahına gidip samet binbaşıyla tanışın. o sana ne yapacağını söyler"
"emredersiniz komutanım"
sallana sallana tabura doğru yürümeye başladık bölük çavuşuyla birlikte. gün içerisinde içtima olmaması büyük şans, bütün gün sıcak yazıhanede çalışmak çok daha büyük şanstı benim için. bi kaç dakika sonra samet binbaşının odasındaydık. bölük çavuşu da ben de sırayla tekmilimizi verdik. sonra çavuş benim durumumu anlattı. daha doğrusu daha mevzunun ortasındayken samet binbaşı daldı lafa;
"sen istanbul'dan sürülen asker misin?"
"evet komutanım."
"ne mezunusun?"
"üniversite terk"
"bilgisayardan anlar mısın? ofis programları falan..."
"anlarım komutanım"
"tamam geç otur o zaman şu arkadaşının yanına. o bir aydan kısa süre sonra teskere alacak. o zamana kadar öğren burdaki işlerin nasıl yürüdüğünü. senin ne kadar var askerliğinin bitmesine?"
"yedi sekiz ay falan var"
"yedi mi? sekiz mi? şafağın kaç bilmiyo musun oğlum sen?"
"bilmiyorum komutanım, cezalardı, sürgündü, ktm'ydi derken o hesaplar çok karıştı"
"neyse en az yedi ay buradaysan bizim için yeterli. son bir ayında yanına alt devre başka askeri veririz. sen de ona öğretirsin gitmeden"
"anlaşıldı komutanım" dedim ve bilgisayar başında oturan askerin yanına geçip selamlaştım.
"hoşgeldin, özcan ben" dedi çocuk.
"hoşbuldum, barbaros ben de"
"hadi ufaktan başlayalım işlere. sürülme hikayeni öğle yemeğinde dinlerim" dedi ve yaptığı işleri aktarmaya başladı.
samet binbaşı tabur komutanı vekiliydi. onunla aynı odada tabur yazıcısı olmak da arkerlik koşulları düşünüldüğünde oldukça avantajlıydı. gizli bi dokunulmazlığım olmuştu sanki. günde sadece iki kez içtimaya katılıyor, yemeklere istediğim saatlerde gidiyor, eğitimlerden muaf tutuluyor, istediğim zaman çarşıya çıkabiliyordum. üstelik mesai bitiminden sonra, tüm gün çalıştığım odada tek başıma kalıp sabaha kadar istediğim gibi vakit geçirebiliyordum.
yol izni de eklendikten sonra özcan üç hafta gibi bi süre sonra teskeresini alıp ayrıldı birlikten. yazıhanede tek asker kalmıştım. gün içerisinde işlerimi özenle yapıyordum. samet binbaşının kısa sürede güvenini kazandım. iyi anlaşıyorduk. gün içerisinde boş vakitlerimde hep kitap okuyordum. o da her seferinde okuduğum kitabın ne olduğunu soruyor, içeriğine dair detayları konuşmak istiyordu. dilim döndüğünce anlatıyordum bende. okuduğum kitapların üzerinden açılan muhabbetler bi şekilde benim sivil hayattaki yaşantıma doğru kayıyordu onun sorularıyla. çaktırmadan ağzımdan laf almaya çalıştığını düşünüyordum ilk başlarda. ama sonradan anladım ki aslında merak ediyordu sivildeki hayatı. bilhassa benim gibi istanbul'un göbeğinden gelmiş, görece hareketli bi yaşantısı olan birinin hayatını dinlemek istiyordu. hak da veriyordum kendisine. daha on dört yaşındanyken askeri liseye girmiş ve sonrasında hep yatılı okullarda onlarca adamla birlikte belli bi disiplinin içerisinde geçmişti hayatı. sivil hayata dair her şey onun için merak uyandırıyor ama bi o kadar da korkutuyordu. çünkü neredeyse tüm hayatı askeriyenin güvencesi ve koruması altında geçmiş, dolayısıyla sivil hayattaki o kaotik, acımasız, güvenilmez ortamın nasıl sonuçlar doğuracağına dair sadece uzaktan bakan gözlerle fikir sahibi olmuştu. istanbul gibi bi şehrin sokaklarının acımasızlığını haftasonu evci iznine çıktığında ya da senede iki üç hafta tatile geldiğinde tecrübe etmen imkansızdır. çünkü zihninde hep "nasıl olsa döneceğim bi yer var" sigortası içini rahatlatır ve gelecek kaygısı gütmediğinden risk almazsın. istanbul'da risk almadan yaşamak da denizde boyunu geçen derinliklere hiç kulaç atmamak gibidir. yani yüzdüğünü zannedersin ama aslında ayakların istediğin an yere basabiliyordur. işte bu yüzden otuz küsür yaşında olsa da samet binbaşı, benim gibi yirmilik bi askerin hayatına dair detayları dinlemek istiyordu.
akşam mesaisine kaldığımız günlerden birinde işleri toparladıktan sonra;
"iki kahve kap gel bakalım" dedi.
"tabii komutanım" diyip gittim, çay ocağından alıp döndüm geri odaya.
"otur bakalım karşıma. geçen senin dosyanı inceledim. oğlum o tutanaklar ne öyle? askeriyede yapılmayacak ne varsa yapmışsın" dedi.
"ben aslında doğal davrandım ama doğal halim bu ekosisteme pek uymadı komutanım" diye karşılık verdim.
"iyi de oğlum buranın böyle olduğunu bilmiyor muydun gelmeden önce? bi şekilde uzak dursaydın ya. millet yalandan otuz yaşına kadar okul okuyor, yurtdışı falan kovalıyor, ne yapıp edip kaçıyor askerden. senin zorun neydi kendinle?"
"tabii ki askere gelmeden önce pek çok hikaye dinledim farklı ağızlardan ama ben başkalarının anlattıklarına pek bakmam komutanım. kendim deneyimlemek istedim"
"buraya geleli ne kadar oldu peki?"
"dört ay civarı."
"doğru sen şafak saymıyordun… peki burda neden hiç arıza çıkarmadın? dört aydır tek bi vukuatın yok"
"insanlardan uzak durma şansım var burada. tüm gün neredeyse sadece sizinle ve çaycıyla muhatap oluyorum. yemekhaneye herkesten ayrı gidiyorum, banyoya en boş olduğu saatlerde gidiyorum, çarşıya hafta içi tek başıma çıkıyorum, içtimalara katılmıyorum, nöbet tutmuyorum, koğuşta yatmıyorum…"
"o nedemek lan? nerde yatıyosun peki?"
"bu odada. ortadaki uzun sehpanın baş taraflarına sandalyeleri koyup üzerine dolaptaki yorganı seriyorum. kendimce yatak yapıyorum yani anlayacağınız"
"oğlum öyle çok rahatsız olmuyor mu?"
"emin olun kırk tane adamla aynı koğuşta yatmaktan çok daha rahat benim için. zaten geceleri en fazla iki üç saat uyuyabiliyorum ben. arta kalan zamanları okuyarak geçiriyorum"
"ulan ben de diyorum ki; bu çocuk nasıl iki üç günde bi kitap bitiriyor. ilk başlarda gerçekten okumadığını sanıyordum zaten, o yüzden sana okuduğun kitaların içeriğini sormaya başladım. sonrasında baktım ki hem gerçekten okuyorsun hem de iyi yorumluyorsun, çıkarılması gereken kilit anlamları yakalayabiliyorsun okuduklarından"
"sağ olun komutanım"
"o zaman anlat bakalım dosyanda neden bu kadar çok firar tutanağı var? dışarıda seni çeken neydi bu kadar?"
"bi kız vardı!"
"ne klişe ama… onu görmek için mi habire firar ediyordun?"
"genelde"
"sonra ne oldu?"
"yalan söyledi!"
"ne var oğlum bunda? herkes yalan söyler"
"ben söylemem"
"sebep?"
"insanlar karşılarındaki kişiyi kaybetmemek için yalan söyler ya da eksik anlatırlar. benim kimseyi kaybetmemek gibi bi derdim olmadı bugüne kadar"
"saçmalama oğlum! herkesin kaybetmekten korktuğunu en az bi kişi vardır"
"aslında var öyle biri ama o da ne söylediğimi ya da ne yaptığımı çoğu zaman anlayacak ya da umursayacak biri değil. bu dünyaya çok farklı bi frekanstan bakıyor. hurdacıdan alacağım uyduruk bi soba bile onun için dünyaya bedel oluyor. ömürlerimiz yettiğince birlikte olacağımızdan dolayı da ona yalan söylememi gerektiren bi durum olmayacak”
“pek anlamadım ama şanslısın hayatında böyle biri olduğu için"
"çok şanslıyım!" dedim…
"eee! bi yalan söyledi diye sildin yani kızı öyle mi?"
"yok silmedim, üzerini çizdim"
"ne farkı var?"
"ben hayatımdan kimseyi silmem, üzerini çizerim. oralarda bi yerlerde dururlar. çoğunun nerede durduğunu bile unuturum. ama onlar hala var olduklarını zannederler"
"iyiymiş. ben de denerim bunu"
"bol şans!" dedim ve o günün sohbet seansını kapattık.
komutan parkasını alıp gitmeye hazırlandı. tam kapıdan çıkarken arkasına dönüp;
"sen bu kadar okuyorsun okumasına da hiç yazdığın oluyor mu peki?" diye sordu.
"yazmak derken komutanım?"
"yazmak işte oğlum! bana anlattığın gibi yaşadıklarını bi kağıda, deftere ne bileyim bi word dosyasına yazmak işte"
"yok komutanım hiç denemedim"
"bence yazmalısın. kimse okumasa da gönderirsin ben okurum"
"denerim" dedim ve komutan kapıyı çekip çıktı odadan.
yazma fikri daha önce de belirmişti aklımda ama hiç birinin çıkıpta bu yönde bi tavsiyede bulunduğu olmamıştı. "denerim" demiştim ama deneyerek olacak bi şey miydi bu acaba? henüz yirmi yaşındaydım ve yazdıklarını okuduğum kişilerin yaşça en küçüğü otuzlarındaki orhan veli'ydi. bu işin yaşla bi ilgisi var mıydı emin olamadım. ama deneyecektim.
bizim yazıhane ishak paşa sarayına bakıyordu. her gece hava karardıktan sonra oturup saatlerce izlerdim yerimden kıpırdamadan sarayı ve ıssız dağları. ay ışığının vurduğu geceleri diğerlerinin aksine pek sevmezdim. aydınlık insanın içindeki umutları yeşertirdi çünkü. oysa ki benim umut beslemek istediğim herhangi bir şey yoktu hayatımda. karanlık gecelerde daha rahat hissederdim kendimi, çıkmaz sokaklarda, sözsüz müziklerde, buzsuz içkilerde, sessiz insanların yanında…
o gecelerden birinde yazıcıdan boş bi kaç sayfa kağıt aldım. bulduğum bi kalemle başladım yazmaya. nereden geldim? nereye gidiyorum?
sürgün yazar turan edebiyat hikaye anı düzyazı
Güzelmiş çok beğendim. Yazmaya başlama hikayeniz değil mi?
Samet binbaşına da sevgiler, saygılar.