"tiryaki dayı senin asıl adın ne?"
"mehmet."
"peki sana neden tiryaki diyorlar?"
"günde üç paket uzun samsun içiyorum. dibine kadar hak ediyorum bu lakabı. bir de bu karadeniz'e tiryakiyim bütün ömrümü alsa da benden, bırakamıyorum bi türlü. hem nasıl bırakacaksın ki? ekmeğimi çıkarıyorum."
"balıkçılıktan başka bi iş yapmadın mı hiç?"
"yok yapmadım. kendimi bildim bileli olta sallıyorum bu denize. çok şükür aç açık bırakmadı. peki senin adın kimden geliyo biliyo musun?"
"büyük bi denizciden."
"aferin. öğretmiş baban."
"babam da denizci."
"sende öylesin."
"daha çok küçüğüm ama."
"geç bakalım şu dümene."
"batmayalım sonra."
"o zaman söylediğinde haklı çıkarsın." dedi ve verdi bana dümeni.
aslında yıllardır hep izliyordum onu tekneyi sürerken. hangi anlarda tam yol veriyor, hangi anlarda gazı kesiyor, akıntıyı nasıl takip ediyor, dalgaları nasıl karşılıyor, sığ sularda nasıl derinliği yokluyor diye. tüm teoriye hakimdim yani. ama karadeniz sürprizlerle doluydu. havanın ne zaman bozacağını, akıntının nerede döneceğini, nerede ters dalgaya yakalanacağını kestirmen çok güçtü. ama cesaret denizciliğin temel prensibidir. denizde bi sorumluluk verdiğinde tereddüte düşersen, daha başlamadan eline yüzüne bulaştıracağını belli etmişsin demektir. o yüzden hiç tereddüt etmedim. teoride o güne dek ne öğrendiysem başladım denize sunmaya.
çok açıkta değildik henüz, denizin dibindeki kayalar rahatlıkla seçiliyordu. o yüzden oldukça dikkatli ilerliyordum. kaya burnuna varana kadar böyle devam edecektik her zaman yaptığımız gibi. sonrasında dümeni açığa kıracaktım. pür dikkat ilerleyip burna ulaştım, ardından planladığım gibi sancak yönünde kırdım dümenimi. pruvam doğrudan kuzeyi gösteriyordu. gözümün alabildiğine karadeniz karşımdaydı artık. ufuk çizgisi dışında hiç bi şey görünmüyordu karşıda. denizle gökyüzünün birleştiği uçtan uca bi ufuk çizgisi. deniz her zaman biraz daha koyuydu gökyüzüne kıyasla. ama tam birleştikleri noktada bulutların da etkisiyle renkler birbirine karışıyordu. deniz nerede bitiyor, gökyüzü nerede başlıyor seçmek zordu. motoru tam yola aldım. rüzgar yıldız-karayelden esiyordu ve oluşan akıntı ilerlememizi güçleştiriyordu. neyse ki o gün dalgalar çok yüksek değildi de tekne fazla sarsılmıyordu. güç de olsa oldukça uzun bi mesafe kat ettik kuzey yönünde. yeterince derin sulara gelmiştik artık. tiryaki dayı eliyle işaret edip motoru rolantiye almamı istedi. öyle yaptım hemen.
"kendini haksız çıkardın. hani küçüktün? bak işte yeterince büyükmüşsün. sakın aldırma sana küçük diyenlere. ayrıca onların hiç biri senin bu yaptığını beceremezler."
"hata yaptım mı hiç?"
"yapmaman mümkün değil ki yeğenim! ben gelmişim elli küsür yaşıma, hata yapmadığım bi gün yok. sen kim oluyosun da hata yapmıyosun…"
"hata yapmak serbest yani."
"denizde her şey serbest. ama batarsan başının çaresine kendin bakarsın. ne dersin? çıkarabilir misin kendini karaya?"
"dinlene dinlene yüzerek çıkarırım illa ki. hem rüzgar avantajım da var. akıntı benden yana."
"hee bak orda yanıldın işte. denizde kimseye güvenmeyeceksin. en başta da denize güvenmeyeceksin."
"sadece denizde mi öyle?"
"benim meskenim burası. ötesini bilemem. günün birinde sen yeterince tecrübe etmiş olursan, gelir anlatırsın."
"anlatırım tabii."
tiryaki dayı bi taraftan benimle konuşurken, diğer taraftan da palamut çaparilerini hazırlıyordu. önce birini saldı denize. misinasını bana uzattı. bi elim dümende bi elim misinada ağır ağır ilerliyordum. kendisi için de bi tane çapari açıp, teknenin diğer tarafından saldı.
"balık vururduğu anda misinayı ne tarafa çektiğine bakıp peşine kıracaksın dümeni. çektiği yön akıntıya karşı geliyorsa motora biraz daha yol vereceksin ki ocağını kaçırmayalım.sayıca fazlalaştıklarını misinanda hissettiğin anda anla ki ocaklarını bulduk, dümeni dibe vurup çeviriyorsun, etraflarında dönüp çaparilerdeki tüm iğneleri dolduruyoruz."
"denerim."
"beceremezsen eğer köye varınca anlatırım herkese. ona göre dikkat kesil."
"dayı ben dikkat ederim de hayvan bu… sağı solu belli olmaz ki."
"olur yeğenim olur. dikkatli bakarsan eğer her şeyin sağı solu belli olur."
söylediği şekilde takip ettim misinalarımızı. dakikalar ilerledi ama çaparilerimizde tek bi titreme bile olmadı. derken saatler geçti. tek bi palamuta bile denk gelmedik geçen onca zamanda.
"bugün kısmetimizde yokmuş anlaşılan." dedi tiryaki dayı.
"canımız sağ olsun." dedim.
"neyse toplayalım çaparileri o zaman. boşa mazot yakıyoruz. dönelim artık."
"elimiz boş mu döneceğiz köye."
"orası belli olmaz. "
dedi ve özenle sardığı çaparileri teknenin baş tarafındaki dolaba yerleştirdi. ardından boş bi misina rulosunu çıkardı aynı dolaptan. ucuna tesbih püskülünü andıran ama daha uzun ve parlak, saçaklı bi şey bağladı.
"sen şimdi ağır ağır limana doğru sür bakalım." dedi ve ucunda sadece püskül olan misinayı suya bıraktı. çok geçmemişti ki misinayı geri çekmeye başladı. sudan çıkartırken bi de baktım ki püskülün ucunda zargana balığı sallanıyor. uzun gagasının arasındaki dişleri püsküle dolanmış ve kaçamamış. iğne yok, kurşun yok, yem yok… sadece parlak bi püskül vardı misinanın ucunda. saatlerce uğraşıp tek balık yakalayamamışken böylesine basit bi metodla dakikalar içinde neredeyse yarım metrelik zargana çekmek inanılır gibi değildi. balığı sandala alıp püskülü tekrardan denize salladı tiyaki dayı ve çok geçmeden yine bi tane daha zargana çekti sandala. bütün dönüş yolu bu şekilde devam etti. ben rolantide tekneyi sürüyordum, akıntıyı da ardıma almış bi vaziyette. o ise olta bile diyemeyeceğimiz bi şeyle patır patır balık çekiyordu denizden. saatler süren uğraşın, boşa giden teferruatlı planların üzerine böylesi uğraşsız bi başarıya hiç hazır değildim. ardı arkası kesilmedi zarganaların. sadece iki kez püskülü değiştirdi deforme olduğu için. limana vardığımızda koca bi kova dolusu zargana vardı teknemizde. tiryaki dayı kovada sadece beş altı tanesini kendisi için bıraktı ve geri kalanın tamamını bi poşete doldurup bana uzattı.
"dedenlere selam söyle." diyerek.
"iyi de dayı neredeyse hepsini bana verdin."
"siz kalabalıksınız yeğenim. ben bi başımayım. kovada kalan bana yeter de artar bile."
"sağ olasın dayı. eksik olmayasın."
"sende yeğenim."
zargana dolu poşeti alıp eve doğru yola koyuldum. yalnızdı tiryaki dayı. hiç evlenmemişti, kardeşi yoktu, babası ve annesi yıllar önce vefat etmişlerdi. hayatında sahip olduğu tek mal varlığı ise aileden yadigar derme çatma bi köy eviyle, karın tokluğuna olta salladığı teknesiydi. yalnızlığın vücut bulmuş haliydi adeta. fakat her zaman uğraşacak bi şeyler bulurdu, hep bi meşguliyeti vardı. bu yaşına kadar köyde yaşamış, doğru düzgün eğitim almamış ve çok az farklı insanla iletişim kurmuş olmasına rağmen hayata dair pek çok detaya derinlemesine hakimdi. belli ki yalnız kalmak ve her şeyi tek başına halletmek üçüncü bi göz kazandırmıştı ona ve tüm bu yalnızlığın getirisi; kendisini dinleyebilmek ve her şeyin üzerine uzunca düşünebilmek olmuş. onun yaşantısı muhtemelen bi çok insanı çıldırtıp, aklını yitirmesine sebep olurdu. o ise içerisinde bulunduğu durumu benimseyip kendisini mümkün olan en makul şekilde hayata adapte etmişti.
eve varıp mutfağa girdiğimde babaannem ile karşılaştım ve balık dolu poşeti ona uzattım. içindeki zarganaları gördüğünde şok oldu birden. büyükbabama seslenip;
"bey gel bak barbaros ne getirmiş." dedi.
"balığa gidecekti tiryaki'yle birlikte. ne yakaladınız bakayım." dedi büyükbabam mutfağa girerken.
"üç kilo civarı zargana yakaladı tiryaki dayı." dedim.
"sana vurmadı mı hiç?"
"yok ben tekneyi kullanıyordum. dönüş yolunda o kendisi denedi rastgele çekip."
"maaşallah sana. peki denize açılmadan ihlas, felak, nas surelerini okudun mu?"
"okudum tabii…"
okumamıştım. çaktırmadım ama. doğruca oturma odasına geçip divana uzandım günün yorgunluğunu atmak için. sahiden de saatlerce kullanabilmiştim tekneyi tek başıma. hiç bi yardım almamıştım üstelik. rotayı bile olması gerektiği gibi çizmiştim. bu durum içimde ciddi bi özgüven doğurmuştu. büyümüş hissettim kendimi. bi tekneyi saatlerce tek başıma kullanmış ve limana yanaştırmıştım. bunu yaparken tiryaki dayının metoduyla balık da avlayabilirdim aslında. olta bile diyemeyeceğimiz bi püskülle kovayı doldurmuştu adam. bi sonraki sefer için denemeye karar verdim.
ertesi gün kahvaltı sonrası soluğu limanda almıştım. tiryaki dayı her zamanki gibi teknesinin başında bi şeylerle oyalanıyordu ağzından eksik olmayan sigarasıyla birlikte.
"dayı nasılsın?" dedim.
"sağ olasın yeğenim, iyiyim. sen nasılsın?" dedi.
"ben de öyle. bugün ne zaman çıkacaksın denize?"
"bugün çıkılmaz. hava poyraza dönecek gibi. yarın bakarız artık duruma göre."
"haydaa… ben de kendimi hem tekneyi kullanıp hem de zargana yakalamaya hazırlamıştım. hava dönmeden bi denesek mi acaba?" diye ısrar ettim.
"olmaz yeğenim! denizle inatlaşılmaz…"
kestirip atmıştı tiryaki dayı. ben de midye toplama bahanesiyle ayrıldım yanından. limanın dış tarafına geçip denizi izlemeye başladım. denizin rengi laciverte çalıyordu. dalgaların üzerinde köpükler beliriyordu. dönecek miydi gerçekten hava poyraza? neden önemliydi ki bu kadar? kaybedecek neyi vardı ki tiryaki dayının? beni başından savıp çıkamaz mıydı denize? her şeyi olan denize, sahip olduğu her şeyle rest çekmek neden gözünü korkutuyordu ki? o kazanamayacaksa, başka kim kazanabilirdi ki zaten bu denize karşı? yoksa kazanıp kaybetmek gibi bi derdi olmadığından mıydı bu geri çekilişi? o zaman bu tiryaki dayı'yı dolaylı yoldan kazanan yapmaz mıydı? peki umrunda olmayan bi galibiyetin farkına nasıl varabilir ki insan?
takibindeki günlerde başka hiçbir fırsatımız olmadı denize açılmak için. zaten benim istanbul'a dönüş vaktimde gelmişti. tiryaki dayıyla doğru düzgün vedalaşamadan ayrıldım köyden. sonrasında ise yıllarca uğramadım. bir gün babam, birlikte evin salonunda otururken büyükbabamı aradı hal hatır sormaya. sohbetin sonuna doğru "hadi ya… allah rahmet eylesin." çıktı ağzından. vedalaşıp kapattı telefonu.
"kim vefat etmiş baba?" diye sordum.
"tiryaki ölmüş." dedi.
"neyi varmış ki?"
"neyi olacak oğlum! yaşlılıktan…"
yaşlılıktan ölmüştü tiryaki dayı. belki karadeniz'i yenmişti ama zamana yenilmişti.
yazar turan yazarturan istanbul karadeniz tiryaki edebiyat hikaye öykü
Comments