top of page
Yazarın fotoğrafıTuran

toskana kahvesi

Atatürk havalimanı'ndan aşağı yukarı iki saat önce kalkan uçağım pisa havalimanı'na inmek üzereydi. asıl istikametim floransa'ydı ama doğrudan uçuş olmadından pisa üzerinden geçecektim da vinci'nin şehrine. uçak iniş yaptıktan sonra ilk iş olarak valizimi aldım ve pasaport kontrolüne doğru yürüdüm. kontrol memuru sıkıntı çıkarmadan bastı onay mührünü ve "grazie" diye karşılık vererek çıkışa doğru ilerledim. pisa çok küçük bir şehirdi, havalimanı da bizim anadoludaki havalimanlarını andıran ve tek tük uçuş olan ufak bi havalimanıydı. kendimi dışarı attıktan sonra tren istasyonuna yürüyüp oradan ilk floransa seferi için biletimi aldım. yaklaşık bir saat vardı hareket etmesine. istasyonda bir banka oturup vaktin dolmasını bekledim. içimde hoş bi heyecan vardı. eşine az rastlamıştım o güne kadarki ömrümde.

sefer saatim yaklaştığında tren peronda hazır hale gelmişti. vagonuma binip biletimde yazan koltuk numarama oturdum. cam kenarıydı. kısa süre sonra hareket etti tren. rayların üzerinde ilerlerken eşsiz toskana manzaralarına dalıp gittim pek çok kez. yemyeşil bir bitki örtüsüne sahipti toskana. yer yer gürleşen yaşlı ağaçlar ve çeşitli tarım arazilerinin içerisinden geçiyordum. arada tek tük bir iki katlı bağ evleri beliriyordu. ekili alanların çoğu üzüm bağlarından oluşuyordu. bu üzüm bağlarında yetişen üzümlerden üretilen şarapların methini duymuştum pek çok kez. fakat üreticiler genelde buradaki ufak çaplı imalathanelerdi anladığım kadarıyla. yol boyunca hiç büyük bi fabrika ya da endüstriyel bi yapıyla karşılaşmadım. avrupanın göbeğinde, yüzlerce yıllık mazisi olan bi bölgenin bu denli iyi korunmuş olması hayret vericiydi.

aşağı yukarı bi saatlik yolculuğun ardınca floransa'ya ulaştım. valizimi alıp trenden indim ve istasyonun dışına doğru yürümeye başladım. tarif aldığım noktaya doğru ilerlerken tam da gözlerimin aradığı gibi siyah küçük bi araba arkası bana dönük vaziyette park halinde bekliyordu. yaklaşık yüz metre boyunca ona doğru yürüdüm. hayatımın en uzun yüz metresi olabilirdi. bitmek bilmedi. sonunda yanına vardığımda sol kapı açıldı ve greziella dışarı çıktı. elimde valizimle olduğum yerde donup kaldım. onu kanlı canlı ilk görüşümdü. hafif dalgalı kahverengi saçlarının arasından sıyrılıp gözlerime çarpan, saçlarıyla aynı renk gözlerinden yansıyan derin bakışları vardı. ikimizde tam olarak ne yapmamız gerektiğini bilmiyor gibiydik. neyseki o kendini toparlayıp bagajın kapağını açtı ve valizimi yerleştirdim. sonrasında doğruca arabaya yönelip direksiyonun başına geçti. bende yan koltuğuna oturdum. dönüp birbirimize sarıldık. o sarılış serin mart akşamüstünde içimi öylesine ısıttı ki baharın geldiğine inandım.

"iyi ki geldin" dedi çarpık ingilizcesiyle.

"iyi ki" dedim çarpık italyancamla.

o güne değin ya telefonla ya da internet üzerinden bazen sesli bazen görünlü konuşmuştuk. iyi ingilizce konuşamadığı için ben biraz italyanca öğrenip onu bu zahmetten kurtarmaya çalışmıştım kendimce ama bu durum farklı bi zahmete dönüşmüştü günün sonunda. ne olursa olsun bi şekilde anlaşıyorduk ama.

"hadi eve geçip eşyalarını yerleştirelim, sonra yemeğe çıkarız" dedi.

"certo signora"

söylediği gibi eşyalarımı yerletirdik birlikte. sonrasında üzerimi değiştirdim ve tekrar dışarı çıktık. yürüyerek şehrin içinde, sakin ama oldukça şık bi restorana girip cam kenarına oturduk. siparişi tamamen ona bıraktım. biz bi şey söylemeden masamıza hemen bruschetta ve kırmızı şarap geldi. garson sürahiden kadehlerimize şarabımızı doldururken graziella da siparişlerimizi verdi. önüme ne yemek geleceği zerre umrumda değildi. aç mıyım değil miyim ona bile tam anlamıyla emin olamıyordum. günlerdir hayalini kurduğum anın tadını çıkarıyordum. çatalıyla bi şeyler atıştırmasını, şarabını yudumlamasını, zaman zaman bana bakmasını büyük bi keyifle seyrediyordum. yemeğimizi yerken bir taraftan da sohbet ediyorduk. tam olarak ne yediğim konusunda hiç bi fikrim yoktu. tam olarak hangi konuda ve ne üzerine konuştuğumuzdan da... onu seyretmekti o anın ambiyansının başrolü. standart güzellik kavramının ötesinde bi havası vardı graziella'nın. bulunduğu ortamı bambaşka bi çehreye bürüyordu. neşesi, olaylara pozitif yaklaşımı ve uyandırdığı rahatlık hissiyle karışısında oturuyor olmak büyük keyifti benim için.

sohbet sırasında dövmelerine dikkat kesildim ve;

"floransalılar sanatı her yere taşıyor anlaşılan" dedim.

"ben pek beğenmiyorum aslında dövmelerimi. yıllar önce bi heves yaptırdım ama şimdi o kadar da içime sinmiyor" dedi.

oysa ki ona dair her şey harikuladeydi benim gözümde...

bi süre suskun kaldık. sessizliği bozan o oldu sonrasında;

"seni almaya geldiğimde arabanın içinde beklerken sık sık dikiz aynamı kontrol ediyordum, bi anda sen belirdin. seni gördüğüm o ilk an içimde bi şeyler sarsıldı. bana doğru yaklaşışını izledim son ana kadar aynadan. bugüne dek tatmadığım bi hisdi." dedi.

ne söylenirdi ki bunun karşılık, sadece tebessüm edip onu seyretmeyi sürdürdüm. elini tutup ufak bi buse kondurdum parmaklarının hemen üzerine. zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştık. hesabı ödeyip ayrıldık restorandan. kapıdan çıkar çıkmaz el ele tutuştuk ve floransa sokaklarında yürümeye başladık. bi anda signoria meydanına çıktı o sokaklardan birinin sonu. tam anlamıyla bi açıkhava müzesiydi bu meydan. pek çok heykel barındırıyordu. hatta michelangelo'nun davut heykelinin bi kopyası da vardı meydanda, palazzo vecchio'nun hemen önünde. bunca esere ve sayısız detaya rağmen asıl neye odaklanmam gerektiğinden çok emindi gözlerim. onları greziella'nın üzerinden ayıramıyordum. birden durup;

"hadi şehri biraz da yukarıdan seyredelim" dedi.

anlamadım tabii. hızlı adımlarla beni peşinden sürükledi. evin önüne gelip arabaya bindik. sanki bi yere yetişiyormuşuzcasına hızlı kullanıyordu. bi tepeye tırmanmaya başladık. o tepenin üzeri yine bi meydana açıldı. araçla girilemiyordu ama tüm floransa'yı ayaklarımızın altına seren bi park yeri bulduk. radyoda hafif bi müzik çalıyordu. karşımızda ise inşası asırlar öncesine dayanan floransa. ama ikimiz için de manzaranın bi önemi yoktu. birbirimize dönük vaziyette arabanın içinde oturuyorduk. çıt çıkmıyordu ikimizden de. yüzümüzde istemsizce beliren tatlı bi gülümsemeyle birbirimize bakıyorduk. o an konuşmanın, bi şeyler anlatmaya çalışmanın manası yoktu. uzanıp elimi yanağına koydum. tamamen bana doğru döndü. elimi boynuna doğru sürükledim. hafifce kavrayıp kendime doğru çektim. koltuklarımızdan doğruluk birleşmemiz belkide saliselerle ölçülecek bi zaman dilimini kapsıyordu. ama bitmek bilmedi o son saliseler. arabanın ön koltuklarında oturan iki kişinin gövdesinin el freninin üzerinde kenetlenmesi ne kadar uzun sürebilirdi ki... nihayet doldu tüm o kahrolası saliseler. dudaklarının nemini dudaklarımda hissettim ve o an kıyamet kopabilirdi, yeryüzü ortadan ikiye yarılabilirdi, güneş sistemindeki bütün gezegenler birbirlerinin yörüngelerine kapılıp ortaya çıkan yerçekimiyle kenetlenebilir ve tek bi bütün haline gelebilirlerdi, samanyolu ve andromeda galaksileri çapışıp yeni bi big bang doğurabilirlerdi, evrendeki bilinen ve keşfedilmeyi bekleyen tüm yaşam formları yok olabilirlerdi... dingin ama tutku dolu ve ne yazık ki kısa süren bi ilk öpüşmeydi bu. belki de öpüşmeye başladığımız anda zamanın akış hızı o güne değin kimsenin deneyimlemediği bi seviyeye yükselmişti. bu durumdan ikimizde hoşnutsuzduk tabii. zaman ne kadar hızlı akarsa aksın, istersen her bi saniye ömrümüzden bi yıl götürsün, tükenene kadar devam edebilirdik. öyle de yaptık. tekrardan birleşti dudaklarımız. bu sefer dinginlik yerini karşı konulmaz bi şehvete bıraktı. birbirimizin gövdelerini delicesine sarıp ayrılmaz bi bütünmüşüzcesine bağlanmıştık. ne kadar sürdü bilmiyorum. bizim için zaman kavramı tamamen ortadan kalkmıştı.

birbirimizden ayrılıp koltuklarımıza geri yaslandık. kalbim yerinden çıkacak gibiydi. tam o sırada arabayı çalıştırdı ve hareket etmeye başladık. hızla tırmandığımız tepeden bu sefer çok daha hızlı bi şekilde aşağı iniyorduk. çok geçmeden arno nehrine komşu dairesinin önüne vardık. arabayı park ettikten sonra doğruca eve çıktık. tek kelime etmiyorduk. gerek de yoktu aslında. yeryüzünde birbirini en iyi anlayan iki kişiydik o an. ışıkları dahi açmadan yapıştık yine birbirimize tutkuyla. saniyeler ilerledikçe nefes almayı unuttuğumu fark ettim. çünkü nefes almak için bile olsa bi an bile ayırmak istemiyordum dudaklarımı ondan. kalp atışlarım daha önce hiç olmadığı kadar hızlıydı. parmaklarımın ucunda tenini hissetmek kainattaki en kudretli arzuyu dahi dize getirebilirdi. sımsıcak ve pürüssüz bi ten. dokunurken cennetteymiş hissi uyandırıyordu.

aradan saatler geçti. graziella yorgun düşüp uykuya daldı. benim gözümde ise tek bi damla bile uykudan eser yoktu. uykusunda onu seyrediyordum. her ne kadar uyanmasından korksam da elimi yanağında gezdirdim. sıcaklığı insanın içine doluyordu. o kadar sıcak olmasına rağmen nemli değildi teni. eşsiz bi dokunma hissi bırakıyordu parmaklarımın ucunda.

yataktan kalkıp mutfağa geçtim. dolabı açtığımda bi çok şarap ve yıkanmış mevye karşıladı beni. rastgele bi şarap aldım. ışıkları açmadan dolaşıyordum evin içinde. zor da olsa mantarını çıkarıp doldurdum ilk bulduğum kadehe. mutfağın kapısı ufak bi balkona açılıyordu. iki tane sandalye ve bi sehpa vardı balkonda da. balkona çıktım ama oturmadım, korkuluklara yaslanıp arno nehrinin ağır ağır akışını seyrettim. şafak sökmek üzereydi. kusursuz bi şehirdi floransa. en azından o ana kadar ben tek bi kusurunu dahi görememiştim. geçirdiğim her an rüya gibiydi. gün iyice ağardı ve insanlar sokaklara dökülmeye başladı. dükkanlar açılmaya, konuşmalar belirmeye başladı vakit ilerledikçe. ben hala balkondaydım. ne zaman boşaldığını bilmediğim kadehi yanımdaki sehpaya bıraktım. biraz daha vakit geçirdikten sonra yatağa döndüm. uyuyup uyumadığımdan emin değilim ama çok geçmeden graziella'nın uyandığını fark ettim. ikimizinde yüzünde hoş bi gülümseme vardı.

"şehri sevdin mi?"

"şehir sensin"

"acıkmış olmalısın"

"farkında değilim"

"hadi siena bizi bekler"

"o nereden çıktı?"

"bi arkadaşımın ailesinin üzüm bağları var orada, hem bi şeyler yer hem farklı şaraplar tadarız"

"güzel plan"

"hadi o zaman bi duş alıp yola çıkalım..."

kısa sürede hazırlanıp siena'ya doğru yola koyulduk. güneye doğru ilerliyorduk. bahar aylarında olsak da güneş arabanın içini kavuruyordu. arabanın kliması olmadığından camlar açık gidiyorduk. keyifli bir yolculuktu. bi saate yakın ilerledik. şehir merkezinin dışında ufak bi ovaya kurulmuş üzüm bağlarının ortasında bi eve vardık. girişte bi çalışan karşıladı bizi. arabayı park edip evin diğer tarafına doğru ilerledik. ahşap bi kapıyı araladıktan sonra hoş bi veranda karşıladı bizi. ortasına masa kurulmuş ve çeşitli yöresel yiyeceklerle donatılmıştı. zeytin, zeytin yağı, mozzarella, parmesan, türlü dağ otlarından hazırlanmış salata, dilimlenmiş domatesler, bi kaç çeşit reçel ve ekşi mayalı köy ekmeği ile kaplanmıştı üzeri. belli ki geleceğimizden haberdardı evim sahipleri. graziella her şeyi ayarlamıştı gördüğüm kadarıyla. sandalyelerimize oturur oturmaz gözgöze geldik.

"çok teşekkür ederim" dedim.

"ne demek. ev sahipleri şu an burada değil. sadece çalışanlar var."

"her şey bize kaldı desene"

"öyle görünüyor"

önümüzdekilerden atıştırırken etrafı seyrettim. toskana büyükeyiciydi. olağanüstü bi doğası vardı. ama en önemlisi bu doğa harikası yer çok iyi korunmuştu. önümüzde dizilmiş üzüm bağlarını seyrederken bi taraftan bi şeyler yiyor bi taraftan da sohbet ediyorduk. sohbet sırasında gözgöze geldiğimiz anlardan birinde;

"gözlerin çok güzel" dedi.

"seninkiler daha güzel asıl"

"hadi canım, sıradan kahverengi işte"

"olur mu hiç... toskana kahvesi"

kahkahayı patlattı tabii...

"iyi ama toskanada kahve yetişmez ki"

"belki de o yüzden bu denli eşsiz..."

sıcak bi tebessüm ve hafif kızaran yanaklarla yüzünü bağlara doğru döndü. her bi hareketi etkileyiciydi benim için. gülüşü, nefes alıp verişi, saçını düzeltmesi, bakışı ya da bakmayışı. sığ güzellik kavramının ötesinde bi havası vardı. aynı zamanda oldukça kültürlü ve bilgi birikimi yüksek bi kadındı. kaliteli müzik dinler, sanattan anlar, hayattan keyif almayı bilirdi. yirmili yaşlarına gelmeden tüm dostoyevski kitaplarını okumuştu. dostoyevski kitaplarındaki karakterlerin ruh hallerinden etkilenip psikoloji ve felsefeye yönelmişti genç yaşında. freud'a dair ne varsa okumuştu. üstelik hegel de okumuştu, kant da spinoza da descartes da aristoteles de platon ve sokrates da okumuştu. ve hatta nietzsche. engin bi bilgi birikimi ve tüm endamıyla karşımdaydı ama. kainat onu bana bahşetmişti.

"hadi dolaşalım" dedi birden.

kalkıp üzüm bağlarının arasına daldık ikimizde. henüz yeni filizleniyorlardı. meyveleri yoktu. ama yinede orada olmak bile insanın damağında müthiş bi tat bırakıyordu. uzun süre bağların arasında dolaştık. kısa kısa sohbetler, tadında bırakılan flörtleşmeler eşliğinde.

"mahseni gezmek ister misin?"

"mahsen mi var?"

"görebileceğin en iyi mahsenlerden hemde"

"hadi o zaman" dedim.

evin içine girip mutfağın yanındaki kapıdan geçerek aşağıya doğru merdivenleri adımladık. her tarafı büyük taşlarla örülmüş bodrum benzeri bi mahsene indik. basık tavanlıydı. içeride loş bi ışık yanıyordu. ışık o kadar zayıftı ki haznelerinden çıkardığımız şişelerin üzerlerini okuyabilmek için ampüle doğru yaklaştırmak zorunda kaldık. üzeri tozlarla kaplı yüzlerce şarap şişesiyle sarılıydı etrafımız. neredeyse benimle yaşıt bi çok farklı şarap türüne çarpıyordu elim nereye uzansam.

"bak! senin doğduğun yıl üretinmiş bi tane buldum" dedi graziella elinde bi şişeyle gelerek.

"aroması hakkında bi fikrin var mı?"

"hadi deneyelim"

şişeyi alıp verandaya geri döndük. biz mahsendeyken evin çalışanları yeniden sofra kurmuşlardı. bu sefer sadece meyve ve peynir tabağı vardı masanın üzerinde. tabii iki servis ile kadehler de. seçtiğimiz şarabı açtım ve kadehlerimizi doldurdum. yine karşılıklı oturduk ve yudumlamaya başladık.

"bu kadar yaşlı olmasına rağmen hiç de sert değil, yumuşak bi içimi var" dedim.

"sangiovese toskana'nın en özel üzümlerindendir ve içimi çok rahattır"

"daha önce hiç denememiştim. merlot ve pinot noir de bildiğim kadarıyla bu bölgenin üzümleri. onları tatma fırsatım oldu daha önceden"

"merlot çok yoğun aromalıdır, pek benim tarzım değil ama pinot iyi bi akşam yemeğinin vazgeçilmezidir bana göre"

ve uzayıp gitti muhabbet bi taraftan yiyip içerken. vakit nasıl ilerliyordu anlamıyordum. herhangi bi planımız yoktu. doğaçlama bi şeyler yapıyorduk.

"şehir merkezini görmek ister misin?"

"fark etmez"

"floransa ile kayıslamazsan eğer beğeneceğine inanıyorum"

"floransa artık benim için başka şehirlerle kıyaslayamayacağım bi seviyede"

dedim ve tekrar yola yola çıktık. çok geçmezden şehir merkezine ulaşmıştık. arabayı sakin bi yere park edip sokaklarda dolaşmaya başladık. yüzlerce yıl önce inşa edilmiş bi şehirdi siena. dar ve sakin sokakları farklı bi evrendeymişim hissi uyandırıyordu içimde. pek çok fotoğraf çektik, farklı dükkanlara girip çıktık, yiyecek satan yerlerde yöresel lezzetleri tattık ve sonra butik bi barda bulduk kendimizi. piazza del campo'ya bakan, sadece üç masası olan oldukça mütevazı bi bardı. biz herhangi bi sipariş vermeden önümüze sürahi ile kırmızı şarap ve peynir tabağı geldi. zannedersem farklı bir ürünleri de yoktu. ama zaten gerek de yoktu. şehrin dokusuna ve havasına en çok uyan konsept buydu. yavaş yavaş hava kararmaya başladı.

"geceyi nerede geçireceğiz?" diye sordum.

"bağ evinde kalabiliriz istersen"

"fark etmez"

güneş batmıştı artık. siena sokaklarını arşınlamayı sürdürdük. gecesi ayrı güzeldi. her sokağın sonunda farklı bi sürprizle karşılaşıyorduk. yani en azından benim için sürpriz oluyordu bu kadar çok mimari harikası esere rastlamak. italyanlar hayatlarını sanata adamışlar ve torunlarına eşsiz miraslar bırakmışlar, torunları da bu mirasları layıkıyla korumuştu.

bi süre sonra bağ evine dönmek üzere yola koyulduk. eve vardığımızda neredeyse gece yarısı olmuştu. çalışanlardan biri kapıyı açıp bize kalacağımız odayı gösterdi. odaya girişimizin üzerinden pek vakit geçmeden kapı çaldı ve bi sürahi şarapla doğranmış meyvelerle dolu tabak ikram ettiler. graziella teşekkür ederek kapıyı kapattı. odanın içerisinde ufak bi masa ve sandalye takımı olmasına rağmen yatağın ortasına koydu tepsiyi ve bi tarafına geçip uzandı. bende tepsinin diğer tarafına uzandım. doldurdu kadehlerimizi. sabahtan beri kaçıncı kadeh oluyordu sayamadım. keyifli bi sohbete başladık. içeriğinde ne geçmişimiz vardı ne de geleceğimiz. en ufak bi plan program barındırmıyordu bu sohbet. yarın ne yaparız ya da ne oluruz gibi hesap kitaplardan uzaktık. geleceğe dair plan yapmak, beraberinde kaygı getirir. çünkü her plan doğası gereği gerçekleşmeme olasılığı barındırır. bu olasılık sonunda hayal kırıklığına sebebiyet verebilir. bu hayal kırıklığıyla yüzleşme ihtimali de kaygı doğurur. bu yüzden planlar üzerine kurulu her ilişki ciddi riskler barındırır. taraflar farkında olmasa da bilinçaltlarında bu riskleri sürekli işlerler. geleceğe dair yapılan her plan yeni bi hayal kırıklığının temelini oluşturur. temelinde hayal kırıklığı riskini barındıran hiç bi ilişki sağlıklı şekilde ilerleyemez.

geçmişte yaşananlar üzerine konuşmak da zaman kaybıdır. tabii ki de yaşanmışlıklar insana tücrübe katar ama bu tecrübeler içerisinde bulunduğun ana ket vuruyorsa göz ardı edilmelidirler. daha önce pek çok kez benzer senaryolar içerisinde bulunmuş ve kötü sonuçlarla karşılaşmış dahi olsan kendini tekrar aynı senaryonun içerisinde bulduğunda yine kötü sonuçlar doğacağı kesin değildir. dolayısıyla sadece geçmişten alınan derslerle karşısına çıkan her şeye şüpheyle yaklaşıp ondan uzak durmamalı insan. yaşadığın andan maksimum keyfi ancak bu şekilde alabilirsin çünkü.

keyif almak demişken, şarap ve meyveler ne ara bitti, ne ara yakınlaştık, ne ara tutuşup alev aldık farkında değildim. saatlerdir o yatağın içindeydik. sonra baktım ki gün ışığı odaya dolmaya başladı. neredeyse iki gecedir gözüme uyku girmemişti. yinede uyumaya niyetim yoktu ama artık istemsizce dalmışım uykuya. gözlerimi açtığımsa öğle saatleriydi. graziella hala uyuyordu. kalkıp duşa girdim. serin bi duş pek çok şeye iyi gelmiştir her zaman. sonrasında yanımızda getirdiğimiz ufak çantadan temiz kıyafetlerimi çıkarıp giydim. camın kenarındaki sandalyelerden birine oturup dışarıyı seyre daldım. son günümdü toskanada. sabaha dönüş uçağı için biletim vardı. böylesine bi hayatı bırakıp geri dönmek pek çoklarına göre imkansızdır ama ben bunu bi ayrılık olarak görmüyordum. anı defterine keyifle aktarılan yaşanmışlıklardı benim için.

graziella uyanıp ağır hareketlerle yataktan doğruldu. sabah mamurluğu ona çok yakışıyordu. gerçi her haliyle hayran bırakıyordu kendisine. tatlı bi gülümsemeyle yataktan kalkıp yanıma doğru geldi tüm çıplaklığıyla. kusursuzdu vücudu. daha etkileyici olan ise pürüssüz ve sımsıcak teniydi. her bi dokunuşum unutulmazdı. elimi üzerinden alamıyordum bi türlü. iyice yaklaştıktan sonra bana doğru eğilip boynuma yumuşak bi öpücük kondurdu. adeta imzasıydı bu onun. iz bırakmadan kondurulan yumuşak ve sıcak bi buse. iç gıcıklayıcıydı gerçekten.

"opera sever misin?" dedi

"sevmeli miyim?"

"puccini eseriyse eğer... evet sevmelisin"

"sanırım bugünün planı belli"

"bi şeyler yedikten sonra sıradaki durağımız lucca" diyerek son günümü nerede ve nasıl geçireceğimizin sinyalini verdi.

o da duşunu alıp kıyafetlerini giydi ve yine verandaya indik. biz oturduktan sonra çalışanlar yiyecek hafif bi şeyler getirdiler masaya ve onları atıştırdık kahve ile. şarap dışında bi şey içmek iyi geldi. oldukça dinç hissediyordum kendimi. biraz uyumak ve sonrasında içilen kahve tam anlamıyla beni kendime getirmişti. fazla oyalanmadan toparlanıp, evdeki çalışanlara her şey için teşekkür ettikten sonra lucca'ya gitmek üzere yola çıktık. arabaya biner binmez canları açıp gaza bastı graziella. dudaklarından hoş bi tınıyla şarkı mırıltısı dökülüyordu. ne olduğunu bilmediğim ama onun mırıltısıyla dinlediğimden ötürü son derece keyifli bi şarkıydı. tüm yol dinleyebilirdim. güzel bi yolculuktu. kuzeye doğru ilerliyorduk. toskana'nın doğası muhteşemdi gerçekten. sayısız üzüm bağının arasından geçtik. sakindi yollar. ıssız bile denebilirdi. kolumu camdan çıkarıp rüzgarı hissettim. gömleğimden içime doluyordu toprak kokan hava. tüm bedenimi sarıyordu adeta toskana.

empoli ve pontedera şehirlerinden geçip, yaklaşık iki saatlik yolculuğun ardından lucca'ya vardık. etrafı surlarla çevrili, ortaçağdan kalma bi şehirdi lucca. üzerinde ağaç olan garip bi gözetleme kulesi, her italyan şehrinde olduğu gibi büyük bi katedrali, zemini taş döşenmiş dar sokakları, yöresel gıda ürünleri satan butik dükkanları ve puccini'si vardı lucca'nın. şehrin her tarafında, içerisinde puccini barındıran bi afiş ya da tabela görmek mümkündü. italya'nın en önermli opera satançılarından olan puccini bu şehir için belli ki çok değerliydi. bi çok salonda ve hatta kilisede onun eserlerinin seslendirileceği gösteriler düzenleniyordu. bizim de o gösterilerden birine biletimiz vardı ve başlangıç saatini bekliyorduk. tabii beklerken bu küçük şehri keşfe çıktık. her sokağı tarih kokuyordu. mistik bi filmin içerisinde gibiydik. attığım her adımda büyüleniyordum adeta. sokakları arşınlarken ne ayaküstü atıştırdıklarıma ne kulağımda çınlayan müziklere ne burnuma çalınan kokulara ne de graziella'ya doyuyordum. ona doymak ihtimal dahilinde değildi zaten.

akşam olmuştu biz tüm sokaklarının altını üstüne getirirken lucca'nın. gösterinin başlangıç saatine yakın teatro del giglio'ya giriş yaptık. salondaki yerlerimizi alıp sanatçının çıkmasını bekledik. dakikalar sonra ışıklar kapandı. devasa spot lamba kapalı konumdaki perdeye vurduğu anda orkestra çalmaya başladı ve sanatçı perdenin arkasından kudretli sesiyle giriş yaptı salona;

"che gelida manina,

se la lasci riscaldar.

cercar che giova?

al buio non si trova."

etkileyici bi girişti. sözler ilerledikçe perde açıldı ve sanatçı belirdi iyice. doğrudan üzerine vuran ışıkla birlikte sahnede parlıyordu. tüm seyirciyi çabucak kazanmıştı. ben ise, bestenin;

"vuole?

chi son? sono un poeta.

che cosa faccio? scrivo.

e come vivo? vivo."

sözlerinden sonra tav olmuştum. tüyler ürpertici bi performanstı. besteler ilerledikçe hayranlığım daha da arttı. gerçekten çok mu iyiydi yoksa ben ilk kez tecrübe ettiğim için mi bu kadar heyecan vericiydi emin olamıyordum ama bu çok da önemli bi detay değildi. zaman doldu ve gösterinin sonuna geldik. su gibi akıp gitmişti. bütün salon ayağa kalkıp alkışladık. salondan çıkar çıkmaz sokağın ortasında birbirimize sarıldık. kulağına eğilip teşekkür ettim. yine boynuma kondurduğu buse ile karşılık verdi. arabaya binip doğruca floransa'ya sürdük.

eve vardığımızda ikimizde yorgun görünüyorduk. kıyafetlerimizi çıkarıp doğruca yatağa girdik. hemen uyuruz sanıyordum. graziella'nın ise öyle bir niyeti yoktu. hemen yakınlaştı ve kulağıma eğilip;

"unutma ki bu son gecemiz" dedi.

haklıydı, uyuyarak ziyan edilemeyecek kadar kıymetliydi o gece. birlikte son gecemizdi. uyumamayı ikimizde kafaya koyduktan sonra iyice yakınlaştık ve oldu olanlar. yeniden alev alevdi bedenlerimiz. yine defalarca kez nefes almayı unuttum. öylesine tutku doluyduk ki yarın sabaha olan uçak biletim ikimizin de umrunda değildi. hatta unutmuş dahi olabilirdik.

saatler ilerledi, zaman aktı gitti, gün ağarmaya başladı. graziella uykuya dalmıştı. yataktan kalkıp duşa girdim. çıktığımda kıyafetlerimi giyinip yola koyulmak vardı aklımda. fakat kıyafetlerimi giyerken uyandı o da.

"vedalaşmayacak mıyız?" dedi.

"vedalaşırsak ayrılmış oluruz"

"gidişini böyle hayal etmemiştim"

"her şey hayallerin ötesinde değil miydi zaten?"

"bari istasyona kadar götüreyim seni"

"vedalaşmak zorunda kalırız"

"vedalaşmayalım"

"bende onu diyorum işte, yeniden görüşünceye kadar..." dedim ve ayrıldım dairesinden.

ne bi buse kondurdum yanağına ne de dönüp arkama baktım el sallıyor mudur diye. vedalaşmaları sevmedim hiç bi zaman. çünkü vedalaşmak ayrılığın tesciliydi gözümde. oysa ben ayrılmak istemiyordum ondan. belki günün birinde yeniden o şehre uğrayacaktım. belki yine bekleyecekti beni tren istasyonunun çıkışında. belki yine seyredecekti ona doğru yaklaşmamı dikiz aynasından. belki yine içimizde bi şeyler sarsılacaktı.


toskana kahvesi italya yazar turan edebiyat öykü floransa lucca siena

428 görüntüleme0 yorum

Son Yazılar

Hepsini Gör

tiryaki

terapi

Comments


bottom of page